Yazıya yansıtmış olduğu bu çocukluk anısıyla, kısa bir anlık için de olsa, bizleri alıp ta çocukluk yıllarımıza götüren Dr. Salim Çelebi'ye içtenlikle teşekkür ediyoruz!
kosektas.net
Her yıl, bir taraftaki tarlaları ekilirdi köyümüzün:Ya dağdaki taraf ya da şose tarafındaki tarlalar. Bir taraf ekilirken, toprak dinlensin diye herk olarak bırakılırdı diğer taraf.
Tek üretim aracı, tek geçim kaynağıydı; saygı duyulurdu toprağa.
Her evde çiçekler sıralanırdı pencerelerin önünde: Sardunyalar, Yaprağı Güzel, Cam Güzeli...
Sarmaşık da bulunurdu bazı evlerde...
Buhur toplanırdı kırlardan; mis gibi kokardı evlerin içi.
Ve yine, “Şemene” asılırdı tavandaki hezene. Kokulu ve üzerinde sarı çizgisel motifler bulunan minik kavun.
Boyam çiğnerdik (Meyan Kökü), farklı ama çok tatlı bir tadı vardı!
Çalılıklar vardı karşıdaki bağların bazı yerlerinde, pembe ve kırmızının her tonunda Çalı Gülleri açardı.
Öbek öbek renk cümbüşü...
Şoseye yakın yerlerdeki tarlalara pancar ekilirdi, Şeker Pancarı.
Köyümüzün tek nakil aracı, İdris Amcanın Austin marka kamyonuyla; Kayseri veya Himmetdede’ye götürülürdü pancarlar. Biz çocuklar da gidip gelirdik taşınan pancarla beraber. Hoşumuza giderdi makineye binmek, bir şey demezdi İdris Amca.
Pancarın şeker fabrikasına tesliminden 1-2 ay sonra, (Belki de paranın ödenmesi esnasında) üretilen pancar miktarına göre torba torba şeker de verirdi fabrika. Parasız sanırdık, bu şekerlerle ve çalı gülleriyle reçel yapardı analarımız.
Hardal ve yemlik toplanırdı tarlalardan.
İştah açardı ve aroması bir başkaydı hardalın!
Aradan yıllar geçecek, 17 yaşında; İstanbul’da üniversite öğrencisi olacaktım:
Bir büfeden, çok sevdiğim “sosisli sandviç” almak istediğimde, satıcı; “turşu ve hardal da ister misin? “ diye soracak ve ben de “evet” diyecektim: Daha sonra da satın aldığım sandviçin içinde köyümüzdeki hardal bitkisini arayacak, “Allah Allah, galiba koymayı unutmuş!” diye düşünecektim!..
Bizim de çocukken oyuncaklarımız vardı ve oyunlar oynardık:
Uzaktan kumandalı robotlarımız yoktu, Öz’de, çamurla bir şeyler yapmaya çalışırdık...
Balon alırdık: İlk alındığında balonları şişirmek bi zordu ki! Sağ olsun, Eşref Amca şişirip kontrol ettikten sonra verirdi.
Pilli tren setlerimiz hiç olmadı, aşık oynardık. Çok az bulunurdu aşık: Ne de olsa bir hayvan kemiği, onu da bulamazsak kayısı çekirdekleriyle oynardık.
Dönme dolaplarla tanışmadı bizim çocukluğumuz, çüşbindi oynanırdı; uzun eşek oyunu yani.
Uçurtmalar yapardık.
Kaydırak ve salıncak da yoktu köyümüzde, çelik- çomak oynanırdı.
Büyüklerimiz, yakın iki ağaç arasına urgan gererler ve üzerine koyulan palaza oturarak sallanırdık ve “sallanguç” denirdi adına.
Barbi bebekleri de olmadı bizim kız arkadaşlarımızın: Giysilerin, hiç işe yaramayan yırtık pırtıklarıyla yapılan bebekleri oldu belki.
Oyuncak arabalarımız da yoktu bizim; bir değneği iki bacağımız arasına alır ve biniyormuş taklidi yaparak koşuştururduk!
Yap-bozlarımız da olmadı, yapıp boza boza doğadan öğrendik her şeyi.
Bir de Birem- birem oyunu vardı: Bir şey elde saklanır ve karşıdaki tekerleme söyleyerek hangi elde olduğunu tahmin etmeye çalışırdı:
“Birem, birem; ikem, ikem; kamçı boylu kara tiken; evel, altı; alma yedi; sara sekiz; dora dokuz; doğru moğru döşü kara; çek bi daha başı kara.” tekerlemesi söylenirdi aklımda kaldığı kadarıyla.
Günlerce önce başlardı köyümüzdeki bayram hazırlığı:
Kirmen veya iğle eğrilen yünden, rengârenk çorap ve kazak örerdi kadınlar ve kızlar...
En hoşa gideni pişirilirdi yemeklerin: Bir gözümüz sehendeki cânım sütlüde bir gözümüz de tenceredeki topalaklı köftede olurdu.
Bir başka olurdu bayram sevinci biz çocuklarda. Bayramdan bir gün önceki akşam, kına yakılırdı avuçlarımızın içine: Kına sürülen avuçlarımız yumulur ve bir yağlıkla sarılır, sabah kalkıp da elimizi yıkadığımızda farkına varırdık kınayla boyanmış ellerimizin.
Allı- yeşilli poşularla süslerdi analarımız her birimizi. Anne-babamızın, komşuların, akrabalarımızın ve rastladığımız herkesin bayramını kutlardık. Varsa küs olanlar, barışırlardı.
Kurban bayramıysa kutlanan; sıcak sıcak kavurmalar yenir, sızgıtlar yapılırdı. Eti saklamanın en iyi yoluydu sızgıt yapmak; buzdolabının henüz daha köyümüzde olmadığı yıllarda.
Etler dizilirdi kössâye ve ucundan tutularak tandıra sokulur; evrilir çevrilirdi yanmasın diye.
Eller de yanardı bu arada pişmekte olan etle beraber!
Kurutulurdu etlerin bir kısmı gelecek için.
Her şey doğaldı ve doğadaydı hayat.