Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam31
Toplam Ziyaret758248
Hanifi Yıldız

Fotograf
Köşektaş Köyü Facebook Sayfası

En belirgin özelliği, benzeyeni benzetilene, benzetileni benzeyene, neredeyse istisnasız, yakıştırmasıydı.

Bu özelliğini her zaman, her yerde kullanmaz, ancak yoğun istek olduğunda, kimseyi kırmazdı.

Hatılsız Dana”, “Kavurga Süpürgesi”, “Tandır Külbesi”, “Katran Sürahisi”, “Kara Evraaç”, “Fırtınada Kalmış Lalek”, "16 cm'lik Sünger Döşşek", "Dadâlı Deli Ahmet""Haşarı Eşşek Çulu", "Eli Değnekli Tilki", "Sarı Mavin Çiçeği", "Cöseveli"

yaptığı kimi benzetmelerdi, yaptığı benzetmelere kimse alınmazdı!

Bir başka özelliği de, bir kimsenin yüzüne karşı başka, gıyabında başka bir benzetme yapmasıydı.

Bilgi hazinesi genişti. Yaptığı çoğu benzetmelerde bir dağ, bir nehir, bir kuş ya da bir çiçek adı mutlaka bulunurdu. İri yarı yapılı bir kimseye, “Hasan Dağı’nın Kartalı”, Almanya’dan beklediği eşi için kırmızı renkli, sarı çiçekli bir giysi giymiş, sevinçten içi içine sığmayan, “Bana ne diyorsun, Hanifi Ağa?”, diye ısrarla soran bir kadına, hemen orada: “Zank Dağı’nın Nevruzu” benzetmesi yapmıştır!

(*) Hemen hemen her gördüğünde, “Beni kime, beni neye benzetiyorsun, Hanifi Ağa?, diye, günlerce ve ısrarla soran bir kadın için ise, uzun bir süre sessiz kalmıştır. Ta ki konu komşu, “Etme, gitme, Hanifi Ağa, şuna hoşnut olacağı bir benzetme yap da; sen de kurtul, o da kurtulsun, biz de kurtulalım!” diyene dek:

 “Sana ne diyeyim: “Topaklılı Mastisin!”

Topaklılı Masti: Topaklılı Hamdi Ağa’nın anasıdır. Masti, işiyle, gücüyle, pişirdiği leziz yemekleriyle, misafir ağırlama becerisiyle, çevre köy ve kasabalardaki tüm kadınların gıpta ettiği, imrendiği, özendiği, hatta, 1919 yılında yapılan “Sivas Kongresi” sonrasında, muhtemelen Hacıbektaş’a giderken, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve beraberindeki heyeti, oğlu Hamdi Ağa’nın Topaklı’daki konağında ağırlayan, onlara kendi elleriyle pişirdiği leziz yemeklerden ikram eden, kadındır!

Topaklılı Hamdi Ağa: Geniş toprakları olan, işlerinde çok sayıda insan çalıştıran, konağında çok sayıda insan barındıran, yörede sevilen, sayılan, sözü dinlenen, misafirperver kimse.

(*) Nakleden: Necati Güneş

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

UMUDA ÖFKE

(DESTAN-I MADIMAK)

Dr. Salim Çelebi


Toplumsal bellek oluşturacak güçteki destansı bu şiiri hem yazdığınız, hem de bizimle paylaştığınız için size çok teşekkür ederiz, sayın Dr. Salim Çelebi! Elinize, emeğinize, beyninize ve yüreğinize sağlık! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


Unutmamak ve unutturmamak için; 2 Temmuz 1993 yılında Madımak`ta eyleme geçmiş olan cehalet, 2 Temmuz 2009`da Dikili`de kınandı, yanarak can veren canlar anıldı. Gündüz, Atatürk Meydanı`nda anıta çelenk konuldu, denize karanfiller atıldı. Gece, Atatürk Meydanı`nda ozanlar önderliğinde türküler söylendi, zifiri karanlığa ışık saçıldı. Köşektaşlı şair Dr. Salim Çelebi ise, kendi yazdığı "Umuda Öfke! (Destan-ı Madımak)" adlı destansı şiiri müzik eşliğinde okudu, "Sivas, tarihe kazınmış kara bir yas: Sakın unutmayın!” dedi! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası...


UMUDA ÖFKE !

“Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın!
Kapalı da olsa tüm vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin bir yerin var can evimde.” diyen

Aziz Nesin için umuda öfke!

“Bak saçlarım beyazlandı

Aşkın ile sinem yandı;

Akarsuyum kimim kaldı

Yakma beni öldürürsün!” nidalarıyla

Muhlis Akarsu için umuda öfke!

 

 “Yalan olur sevmedim dersem
Ama yolcu yolunda gerek
Ey ömrümün uğuldayan durağı;
Yanlış hesaptan dönerek
‘Ben’li günlerini sil istersen
Geriye sen kaldın işte.” haykırışlarıyla

Metin Altıok için umuda öfke

“İlimi sorarsan köyümdür Banaz
Yakılsın yıkılsın ol kanlı Sivas;
Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz
Açılın zindanlar pîre gidelim .” diyen

Pir Sultan için umuda öfke !

“Yalnızlar,yalnızlar;
karanlıkta nakış işliyor kızlar.” saptamasıyla,

yakılan Dr. Behçet Aysan için umuda öfke!

Umuda öfke

sevdası için barışın;

uğruna can verdiğimiz 19 yaşın

dinmeyen hıçkırıkları için umuda öfke!

Umuda öfke tüm dilsizler için

sizler için umuda öfke!

UMUDA ÖFKE!  (DESTAN-I MADIMAK)

Kişnerdi yaylaklarında küheylanlar;

analar, kızlar, oğlanlar

yemlik toplardı, hardal toplardı

toplardı madımak;

kimi lastik ayakkabılı

kimi

çıkarmaya çalışırdı ayağına batan dikeni, yalınayak!

Ve Alevi’si ve Sünni’si

ve Ermeni’si ve Süryani’si

ve daha daha nicesi

yan yanaydı: Diz dize;

birlikte uğurlanırdı yaşı gelen oğlanlar askere

birlikte kutlanırdı alınan teskere.

Kınalar yakılırdı gelin olacak kızın on parmağına:

On ayrı kökenden

on ayrı inançtan

on ayrı el

koyardı gelinin başına duvağı hep beraber.

Birlik vardı:

Birlikte dirlik vardı

insandı ortak paydaları

insandı ortak adları.

Sözde birlik

özde birlik gerektirirdi

şaha kalkardı beraberlik.

Dağ başlarında kuruluydu köyleri

dağların doruğunda;

kin saçmaz ekin tarlasına

anımsardı bellekleri

yapılanlar sorulduğunda...

“İncinsen de incitme” diye düşündürürlerdi...

Taş atarak değil, darağacındaki Pir Sultana

kırmızı karanfil atarak öldürürlerdi...

“Ben hakkım” der, işkence görürlerdi

ve af dilerlerdi işkenceciler için Yaradan’dan

Hallacı Mansur misali;

Sivas’ta Madımak

Maraş’ta kan

Çorumda ölüm olsa da hoşgörülerinin timsali!

Sivas’a

20 km. uzakta otururdu 80lik Sevgi Nine;

euzü besmele çekti o an ve kaygıyla seslendi yanındakine:

“Çocuklar, bakın doğuya

sanki birden karardı o yan,

‘uyan Sevgi’ diyor içimden bir ses, uyan;

buluta da benzemiyor, parça parça olur bulutlar;

yağmur mevsimi de değildir temmuz

burnumda yanık kokusu var:

Közlenen et yanığı

kaplamaz inşallah ortalığı!..”

Çocuklar, afallar;

iç çekerek derinden

karayağız olanı fırlar  yerinden: Koşar, koşar, koşar...

Çığlıklar çınlatır kulağını her adım başı

kaygılanır

şenliklere gitmiştir sabah erkenden can yoldaşı.

Durur, dinler:

“Yapma, etme

gözlerime bak

kendini göreceksin derinliklerinde:Göremiyorsan, yak!

Yapma, etme

gözlerime bak

13 yaşına bastım beş gün önce: Büyüyeceğim, ölüm bana çok uzak.

Yapma, etme

gözlerime bak

aydınlanırsın ferinde:İnsan, kurmamalı insana tuzak.”

Yeniden koşmaya başlar karayağız oğlan.

İvezler kol gezer havada

sokamazlar.

İvezler;

“Yalnızlık senin o konuşkan kuşun
Kırk kapıdan geçmiş, kırk kilitten;
yaralı, dili lâl, kanadı kırık
vurulmuş başında bir yokuşun.”
derler BEÇET AYSAN’IN diliyle.

Sessizleşir çığlıklar yaklaştıkça Sivas’a;

Bir elinde bohça bir elinde asâ,

başı sarılı, yüzü yanık,

kirpikleri ütülmüş bir dedeyle

göz göze gelirler bir anlık.

Cebinden bir kitap çıkarır

uzatır Dede:

Üzerinde

“Eli öpülesi Ali Emmiye

saygı ve sevgilerimle.” yazmaktadır.

Rasgele açar bir sayfasını:

“Ölüm de vardır yaşadığımız her şeyde.
Bir bardak çatlarsa durduğu yerde
Bir aşk ansızın biterse,
Ayna kırılırsa yüzünle birlikte
Zamanıdır konuşmanın ölümden.
Bir çiçek olağanüstü güzellikte
Açıvermişse bir sabah,
Bir topal aksamadan yürümüşse
Hadi gel ölümden konuşalım:
Yüzünü al basmış hasetçiden
Ve onun elindeki kuru değnek bile
Filizlenir sevgimizden.”

diye haykırır Metin Altıok.

Yüreği ayaklarına uyar

daha da hızlı koşmaya başlar

karayağız oğlan.

Dedesi canlanır gözlerinde

Gazi  madalyalı dedesinin son sözlerini hatırlar:

“Gel

korkutmasın seni hiçbir engel;

kızıllaşacaktır tan

beynimde yatan

aydınlık düşünceyle

yüzün ayın on dördü kadar güzel.

Gel

sevgi olsun kanatların, yücel;

dökülsün kahrından 

kahpe karanlığın saçı tel tel!

Gel

dinecektir gözlerindeki sel;

sevdan başım üstüne

dostluğun bir ömre bedel.

Gel

bilir destanımızı yedi düvel;

kanımızla sulanmıştı Çanakkale,

“Burası Huştur

yolu yokuştur.”

dememiş miydik Yemen Çöllerinde hep beraber?

Gel,

yeter ki gel.

 

Nasıl da uç uca eklenmiş

nasıl da kenetlenmiştik yurdumuz için!

Unuttun mu

sarı sıcak yükselirken perde perde

vurulmadan önce

ben içmiştim yarım kalan sigaranı siperde!

Sen sarmıştın yaramı;

kan yerine geçerdi su

kuru bir dilim ekmekle ödüllendirirdik

Saka Memiş’i çağıranı!

Ben yazma bilmezdim, sen okuma;

“Merak etmeyin, Hüseyin sağ”

diye mektup yazmıştın yavukluma!”

Anımsa,

şarapnelle kolu kopan

Şırnaklı Maho eğer sağsa

mutlaka hatırlar;

aleve tutardık giysilerimizi

kurşun yarasından daha beterdi

pirelerin ısırdığı kaşıntılar...Gel...

Hani, anasını bekler ya yuvasında minik bir serçe;

hani, karanlığıyla korku salar, ürkütür ya gece;

hani, göz kırpar ya gökteki yıldız

çırpınır ya sudan çıkan balık;

son sözü sorulur ya darağacındaki insana;

bir şeyler

işte öyle bir şeyler oldu Sivas’a varınca karayağız oğlana:

“Toprak, eşit davranır ekine;

ateş, yakmaya çalışır her şeyi;

balık ayrımı yapmaz deniz

kum, vakum gibi emer yeşili;

en büyük feri sunar atmosfer

fakat kahrolası karanlık düşünce ölümden de beter!”

dedi içinden.

“Ey halk,

kalk!” diyor dost bir şair.

Ey halk, bak diyorum ben

İnsanlık tarihini süsleyen

şu üç portreye:

Üç çınar,

hasretine türküler yaktığım Ali

sevdasına severek baktığım Hacıbektaş Veli

ve barışın sembolü Mustafa Kemal.

Sen

aynı yolun yolcusu kara gözlüm;

barıştan yana üçü de

üçü de mazlum:

“Barış” dedi Ali

“çağdaşlık” dedi Mustafa Kemal

“sevgi” dedi Hacı Bektaş-i Veli.

“Madımak!” de,

asılır suratları

susar üçü de:

Hüzünle kaplanır engin bakışları

çatılır kaşları

ve derler ki,

“O yurt sizin:

Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı;

Arnavut’u, Ermeni’si, Süryani’si

ve daha daha nicesi

o dünya hepinizin.

Yaşanılası bir yurt bıraktık size

yedi iklimi vardır;

sahip çıkın özgür kimliğinize

aşacağınız onlarca dert vardır;

söz geçirin benliğinize

kuzu postuna bürünen kurt vardır.

Kuzeyli, güneyli, batılı, doğulu; ey insanoğlu;

şunu iyi bil

yitirdiğimiz dinozorla

iyi geçinirdi nesli tükenmekte olan fil;

tavşana kaç, tazıya tut demeyin;

bir sarkaç gibi salınarak

sizden farklıdır diye

ötekileri öğütmeyin;

Sivas

tarihe kazınmış kara bir yas: Sakın unutmayın!”

Karayağız oğlan

solan bir yüzle

üç gün sonra döndü köyüne:

Sırtında yanık bir cenaze

yüreğinde umuda öfke.

Anasını emmedi o gün kuzular

tuhaf tuhaf ötmeye başladı  kuşlar;

kül basmıştı ortalığı

çıkmadı yuvasından o gün leylek;

bir ses duyuldu o an

otuz yedi kişilik korodan gürleyerek:

Hasan Hüseyin’le dile geldi Pir Sultan:

“Bak şu bebelerin güzelliğine...
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde!

Kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni!

Damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz.

Hor baktık mı karıncaya?
Kırdık mı kanadını serçenin?
Vurduk mu karacanın yavrulusunu?
Ya, nasıl kıyarız insana!

Sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne;
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne?

Gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı,
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne?

Kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni!

Kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne!

Ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne!


Ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz:
Beni vurmak kurtuluş mu ?

Kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni!”


 

 


0 Yorum - Yorum Yaz
Zahit ile Rint

Dinler, modern öncesi çağların eğitim-öğretim çevresi ve okullarıdır. İnsanların gönül dünyasına düzen vererek topluma da düzen vermiş olurlar.

Zahit; “hayatı” değil de öncelikle ve özellikle “öbür dünyayı” anlamaya çalışan, hep “oraya” doğru yol hazırlıklarıyla meşgul bir “kul”dur. Her şeye, her olaya din açısından bakar ve “dine uygun” veya “dine uygun değil” diye sınıflandırmalarla “fetvalar” vermek zorunda hisseder kendini. Şekilci ve kitabidir.

Zahit, bu dünyaya değer vermez, ahreti düşünerek, cenneti hak etmek için yaşar. Aklında hep sorularla gezer, hayatın her alanını kurallara bağlardı. Bu kurallara sadece kendisi uysa neyse… Herkesi de bu kurallara uymaya zorlar veya uymayanı kınardı; kendi aklına ya da tercihine göre yaşayanı “günahkâr” ilan ederdi.

Rint ise dini inanç taşımakla birlikte hayatındaki “bütün saatleri” şekilci dini kurallara göre ayarlamaktan kaçınan, hayatı sevinçleri ve hüzünleriyle bir bütün olarak gören kişidir. Gönül zenginliğine, hoşgörüye ve aşka değer verir. Asla dayatmacı değildir.

Din insanları, genellikle herkesin kendileri kadar dini bilgiyle donanmış olmasını, öğrenmeye heves etmesini, yüklenmesini bekler. Oysa demircinin, askerin, marangozun, nalbantın, balıkçının, çobanın, çiftçinin bir işi vardır; “zahit” gibi olamazlar. Hem “dünyaya gelmişken dünya nimetlerinden yararlanmak”, yaşamak, insanın hakkı olmalıdır. Diğer yandan düşünür ki israf haramdır. Allah, bunca nimeti ve güzelliği neden yaratmış ola ki?

Şair, hayatın gelip geçici olduğunu belirterek, zahidin şaraba saygı göstermesini bekliyor. İnsan olmanın farklı bir şey olduğunu hatırlatıyor.

Bir görüşe göre Hz. Hamza çok şarap içermiş. İçince de dağıtır ve sevimsiz olurmuş. Hz. Muhammet onu bu halde görünce, şarabın ona haram olduğunu söylemiş. Bu yaklaşım kalıcılaşmış ve giderek tüm Müslümanlara yasak olduğu ileri sürülür olmuş;

Ehline helaldir, na ehle haram, 
Biz içeriz bize yoktur vebali...


Bu dizelerde geçmişteki bu olaya bir gönderme, bir “telmih” var görünüyor. Biz dağıtmadan içeriz, bu yüzden bize bir ağırlığı, bir günahı yoktur… Şarap, içmesini bilmeyene haramdır. Ehil olmayan ondan uzak dursun.

Şarap, tasavvuf ehlinin dilinde “Tanrı aşkı” demektir. Tekke ise, aşk şarabıyla kendinden geçilen yer anlamında “meyhane”dir. Sevap almak için içeriz ve senin buna aklın ermez, bu başka bir hesaptır.. Biz meyhanede bu anlayışa ve bir ruh yüceliğine eriştik.

Tasavvufi düşünce ve inanç sisteminde “Tanrıda yok olmak” ve “Tanrıda yeniden var olmak” (Fenafillah-Bekabillah) amaçlanır. Bunun için bolca “şarap” (Tanrı aşkı) içilmelidir. Biz bu aşkla kandil geceleri kandile, kandilin içindeki fitile dönüşürüz. Tanrı aşkıyla öylesine kendimizden geçeriz ki bu ruh yüceliğiyle Tanrının varlığına ve birliğine delil oluruz; ama sen göremezsin, anlayamazsın bu hali… Şekle takılıp kalacağını ve bu sırlara eremeyeceğini düşünüyor.

Şeriat erbabı için bu kabul edilmez, anlaşılmaz bir haldir. Böyle bir şeye inanmaz. Tanrıya ancak öbür dünyada ve cennette ereceğini düşünür. Oysa rindane anlayışa göre cennet de cehennem de burada ve insanın gönlündedir. Ey Harabi, sen boşuna söylersin; ama daha fazla söze de gerek yoktur. Bilmeyen nasıl anlasın “gerçek” haramı, “gerçek” helali? Ve bir aşk içinde erimeyi?

Hüseyin Geyikçi