Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi8
Bugün Toplam103
Toplam Ziyaret738766
Mutlu Yıllar

Sürekli anlaşmazlığın ve uyumsuzluğun nedenleri; kadınla erkek arasındaki dinsel ve yasal engeller ile toplumların arasındaki sınırlar ve kurallardır!
Adnan YALIM


Yeni yılda çocuklarınıza, bilgi yerine, özgün olanı; sporu, müziği, resim çizmeyi, kitap okumayı, yemek yapmayı, insanların birbirlerinden farklı olduklarını anlamalarını sağlamak için de, sanatı öğretin!

Çocuklarınıza ayrıca; sembol ve ritüeller yerine,

Değerleri; dil ve sanat, hukuk ve tarih, sorumluluk ve sorgulama, çevre ve iklim bilincini...

♠ Yaşamayı; kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden yaşamayı...

Benlik edinmeyi; "kul benlik" değil, "özerk benlik" edinmeyi...

Düşünmeyi; kimseden emir almadan, bağımsız düşünmeyi...

İnanmayı; safsatalara değil, başarıya inanmayı...

Başkalarına değer vermeyi...

Ekip çalışmasının önemini... 

...öğretin çocuklarınıza!

Besim Şeref - Doktorluğun Kıymetini Bilmek

Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek
 
Dr. Besim Şeref

"Yaptığın işten aldığın zevk, ondan kazandığın parayı harcarken alacağın zevkten büyük ise yaşamış sayılırsın. Mutluluğun tılsımı sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmektedir." Çetin ALTAN

"Tıpta uzmanlık eğitiminde eğitimden çok kültürlenme vardır. Tıp eğitimindeki başat kültürün ana özellikleri şunlardan oluşmaktadır: Hastayla ilgili tüm işleri en kıdemsiz asistana yıkmak, eli cebinde vizit yapıp haftada ya da ayda bir-iki saat ders anlatmak, hoca parası yatırılmış ise muayeneye veya ameliyata girmek yoksa girmemek, kalan zamanda rektörlük ya da dekanlık seçimleri ve idari bir görev kapmak için kulis ve rakip gördüklerinin dedikodusunu yapmak ya da muayenehanecilik başta olmak üzere para kazanmaya yönelik işler çevirmekten ibarettir...Üniversite özerkliği ve öğretim üyesi dokunulmazlığı keyfilik, işe gelmeme ve şahsi işlerle uğraşmak olarak görülmektedir. Şüphesiz bu kültüre uymayan bazı istisnalar vardır. Ancak bunlar oldukça nadirdir." Dr. Besim ŞEREF

Ben de pek çok pratisyen gibi TUS derdinden, ne özel ne de mesleki hayatımın değerini bilmiyordum. Benim yaşamımı bir zurnacı değiştirdi. Evet yanlış okumadınız; bir “zurnacı". Bildiğiniz, davulun yanında çaldığı müzik eşliğinde halay çekilen, üflemeli çalgının icracısı.
Çok iyi bildiğiniz gibi zurnada peşrev olmaz. Zart diye ana temaya girer. Biz de hemen konuya girelim. Tüm derdim tıpta uzmanlık sınavıydı. TUS'u kazandığım zaman her şey değişecekti.
Kazanana kadar tüm insani faaliyetleri tatil ettim. Nihayet TUS'ta birinci tercihime girdim. Fakülteye nakil işlemlerim tamamlanana kadar öforik bir psiokoljide dolaştım durdum. Daha asistanlığımın ilk gününde ortamda bir tuhaflık hissettim. Bir hafta geçmeden tuhaflığı çözdüm. Ne asistanlar ne de öğretim üyeleri uzmanlık alanlarını ve işlerini sevmiyorlardı. Çünkü kendilerini işlerine ve öğrencilerine vermiyorlardı. Hep bir şeylerden şikayet ediyorlar ancak bir şeylerin değişmesi için en ufak bir çaba göstermiyorlardı. Hep birileri suçluydu. Kendileri çok mükemmel ve asla kıymetleri bilinmeyen birer dahiydiler.
İhtisas süresinin sonunda, “yeterince işini sevmemeyi, sağlık ocağından kaçmayı, bir konunun özü yerine ufak ayrıntılarıyla uğraşmayı ve mutsuz olmayı öğrendiğime” karar vermiş olmalılar ki, üç profesör ve iki doçentten oluşan beş kişilik sınav jürisi beni oy birliğiyle uzman ilan ettiler.
Şimdi uzmandım. Bir gün bile ara vermeden dört profesörün kararıyla bir tıp fakültesine öğretim üyesi atadılar. Kendimi çok önemli bir şey olmuş zannettim. Tam altı ay öforik halde dolaştım.
Altı ayın sonunda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anladım. Öğretim üyeleri mutsuz ve işlerini sevmiyorlardı. Haftada bir iki saat derse girip, derslerde yıllar önce asetatlara yazdıklarını okuyup, tekrarlamaktan başka öğrenci ve eğitimle bir ilgileri yoktu. Herkes kendi dalgasındaydı. Hemen herkes bir birinin ardından konuşuyor, yüzüne karşı gülüyordu. İşleri güçleri, anabilim dalı başkanlığı, müdürlük, dekanlık ve en önemlisi rektörlük seçimleri için kulis yapmak ve kim güçlüyse onun yanında görünmekten ibaretti.
Çalışıp ter dökmenin ve bir şeyler üretmenin, öğrencilerle ilgilenmenin anlam ve önemi yoktu. Halk sağlığı anabilim dalında öğretim üyesiydik ama halkın sağlığına yönelik zerre kadar bir şey yapmıyorduk. Sağlık Ocakları ve birinci basamak bize yıldızlar kadar uzaktı. Sağlık Ocakları'na uğramak basit, küçük ve aşağılık bir işti. Büyük öğretim üyelerinin Sağlık Ocakları'nda işi yoktu. Biz her şeyi biliyorduk. Çünkü öğretim üyesiydik. Halk sağlığından başka işlerle uğraşıyorduk. Bir tek eğitim ve halk sağlığıyla uğraşmıyorduk. Biz, çalışmak bir yana, semtinden bile geçmediğimiz birinci basamakla ilgili herşeyi biliyorduk. İşi biliyor, işe gitmiyorduk. Tüm insanlardan ve doktorların cümlesinden daha önemliydik. Çünkü biz öğretim üyesiydik.
Öğrenciler ve asistanlar “Hocam!” diye çevremde dolaşıyordu. Devlet üst seviyeden maaş bir o kadar da döner sermayeden para veriyordu. Rektörlük seçimlerinden önce rektör adayları odama kadar gelip hatırımı soruyor, “kendilerine oy verirsem seçildiklerinde her istediğimi yapacaklarını” söylüyordu. Yerel gazetelerde yazılarım çıkıyor, radyolarda konuşma yapıyor, televizyonlarında açık oturumlara katılıyordum. Beş yıl sonrasında profesörlük göz kırpıyordu: “Lüküs hayat, yan gel de keyfine bak!..”
Amma ve lakin insanlar neden işlerine yan çiziyor ve işini yapmak isteyene çelme takıyordu? Bu durum bana kazık gibi batıyordu. Birinci basamağın semtine bile uğramayıp, haftada bir iki saatliğine fakülktede birinci basamağın önemine ilişkin öğrencilere nutuk atma iki yüzlülüğünü gösteriyorduk. İki yüzlülük meşru, dürüstlük - dayak dahil- her yolla cezalandırılacak bir suçtu.
Öğrenciler iki yüzlülüğümüzü anlayıp halk sağlığını önemsemiyorlardı. Mezun olduklarında bize benzeyip, bizim yaptıklarımızın aynısını yapıyor; kendilerini önce uzmanlık eğitimine sonra fakültelere atıyorlardı. Sonra bizim gibi yan gelip yatıyorlardı. Tüm eğitim kuramları bunun böyle olacağını söylüyordu.
Eğitim kuramlarından vazgeçtik, öğrencilere mutsuzluk, araştırma görevlilerine ve yardımcı doçentlere, işten kaçma ve yolsuzluk öğretiyorduk. Dekan ve rektör yolsuzluğa çanak tutuyor. Akademik kurulda yolsuzluğun belgeleri bayrak gibi sallanmasına karşın 1.125 öğretim üyesinden bir teki bile “Burada yolsuzluk yapılamaz” diyemiyordu.
Akademik kurulda çıkıp bir tek kelime bile söyleyemeyenler, ıssız koridarda dürüstlüğü savunana yumruk atıyordu. Aklı başında olduğunu sandığım hocalarım (!); “Sen bunlarla uğraşma, profesör olmana bak” diyorlardı. Profesör olmak kolay, öğrencilerle ilgilenip, eğitimin hakkını vermek imkansızdı.
Mevsimlerden ilkbahar, aylardan mayıs, günlerden pazardı. Yer Meriç nehrinin kenarıydı. Ağaçlar yeşermiş, çimenler diz boyu uzamış, çiçekler açmıştı. Öğretim üyesi adayı doktor arakadaşlarım ve eşlerimizle birlikte piknik yapıyorduk. Çevrede davul zurna çalıyor, insanlar halay çekip oynuyordu.
“- Filan şöyle, falan böyle...”
“- Herkes çok kötü, biz çok iyiyiz.”
“- Biz her şeyi biliriz. Biz öğretim üyesiyiz. Bizim kıymetimizi bilmezler.”
“- Biz dahiyiz, başkaları bir bok bilmiyor.”
“- Rektörlük seçimleri yakın, ben filanın adamıyım. O seçilirse kadrom çantada keklik.”
Bak yan masadakailer nasıl göbek atıyor. Meriç salına salına akıyor.
“- Yav ağbi şu kadroyu bir kapsam!”
Köfteler pişti, salata hazır, rakıyı açtım. Bak şu söğüdün dalları suya değiyor.
“- Ağbi ben her şeyi bilirim. Ben herkesten üstünüm. Ben öğretim üyesiyim.”
Yav, anladık, hadi siz böyle yetiştiniz. Öğretim üyesisiniz. Çok önemli, çok karamsar, çok mutsuzsunuz. Sizde akıl çok, başka kimselerde yok. Ama eşlerinize ne oldu? Onlar niye mutsuz?
Yan masadaki zurnacıyı çağırdım:
“- Buyur ağbi, mastika mı çalayım?”
“- Yok kardeşim, bir şey çalma. Otur masaya önce bir şeyler yiyelim.  İki kadeh içelim. Sonra çalarsınız.”
Davulcu ve zurnacı çekinerek masaya oturdu. Arkadaşımın eşi iğrenerek baktı. Zurnacının, gömleğinin yakası aşınmış, koluna yama yapılmış, pantolunu biraz bol, ayakkabılarının her ikisi de yanlardan patlamış ve ökçesine basılmıştı. Ama adam neşeli, gözleri ışıl ışıl. Hiç çekinmeden gözlerimizin içine bakıyor. Gözleri güven veriyor insana, dalgasız, limanlar gibi duru. Adam gözlerinden okunacak kadar mutlu.
Zaten mutsuz olan arakadaşlarımın, mutsuzlukları bir kat daha arttı; densiz arkadaşları, masalarına davulcuyla, zurnacıyı çağırmıştı.
Arakadaşlarımın hepsinin gözlerine baktım, gözleri donuk, hiçbir ışıltı ve sevinç yoktu, basit hesaplar ve riyakarlık akıyordu.
Zurnacının gözleri cam gibi duru, güneş gibi aydınlıktı. Bir zurnacıya, bir arakadaşlarıma baktım ve zurnacıya dönüp, duru gözlerine bakarak sordum:
“- Dünyaya bir kere daha gelsen yine zurnacı olmak ister misin?”
Duru gözleri kadar pürüzsüz, tereddütsüz, tok ve gurur dolu bir ses tonuyla; "Hiç başka bir şey olmam, yine zurnacı olurdum. Benim dedemin zurnası, Selanik Müzesi’ndedir" dedi.
İşte ben o an kararımı verdim.
Bir tarafımda; üç - beş kuruş bahşiş için Meriç boylarında zurna çalıp halkı eğlendiren, sırtında gömleği, ayağında ayakkabısı olmayan ama mesleğinden, hayatından memmun, soylu bir zurnacının dünyası vardı. Diğer tarafımda; profesör adayı, zurnacının bir yılda kazandığını bir ayda kazanacak kadar cebi paralı, altı arabalı, işini sevmeyen, işi bilip işe gitmeyen, öğrencilerine mutsuzluk, araştırma görevlilerine iki yüzlülük ve yolsuzluk öğretenlerin dünyası. O dünyanın içinde bulunan ve gittikçe onlara benzeyen, onların suçlarına ortak olan ben.
Çok önemli (kerameti kendinden menkul), işini sevmeyen, işine önem vermeyen, karamsar insanların arasında; mutsuz, işini sevmeyecek, pratisyen doktorluğunu önce kendisi küçümseyecek, karamsar doktor yetiştirme suçuna yeterince ortak olmuştum. Daha fazla suça bulaşmanın bir anlamı yoktu. Mutluluğun parayla hiçbir ilgisi yoktu: Ben ve profesör adayı arakadaşlarımın aldığı para zurnacıdan kat be kat çoktu ama zurnacı mutlu, biz mutsuzduk.
Soyluluğun, makam, sıfat ve eğitimle hiçbir ilgisi yoktu, hatta bunlarla ters orantılıydı: Biz önemli sıfatlara (!) sahiptik ve bu sıfatlar yakın bir gelecekte çok daha büyüyecekti.
Zurnacının hiçbir sıfatı yoktu. Zurnacı mesleğiyle onur ve gurur duyacak ve de gözünü kırpmadan tekrar zurnacı olacak kadar soylu, biz ise mesleğimize iki yüzlülük ve her tür yolsuzluğu, kepazeliği katacak kadar.
Daha fazla gecikmenin hiçbir anlamı yoktu. Ömrümün, tam kırk yılını çaldırmıştım. Zararın neresinden dönülürse kardı.
Ömrümün kalanını çaldırmanın hiçbir alemi yoktu. Olmuş ve de olabilecek sıfatlarımın tamamını derhal Meriç nehrine attım. Oh be dünya varmış. Sevincimden halay çektim. Asil ve soylu zurnacıyla kucaklaştım.
Ömürümün kırk yılını çalanlara, geri kalanını çaldırmamak için tüm köprüleri yakıp, yıktım. Artık, ben öyle her şeyi bilen, önemli bir öğretim üyesi değildim. Sadece ve sadece zurnacı sınıfından pratisyen doktordum. Şimdi işimi iyi yapmak için var gücümle uğraşmaktayım. Fakültede bana aşılanan, kötü huylardan kurtulmak için tüm öğrendiklerimi unutmaya çalışıyorum. Dostluğu, insanlara çıkarsız bakmayı, kendimi, eşimi, çocuğumu ve sonra diğer insanları sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum. İşten kaytarmak yerine, baygın düşene kadar çalışıyorum.
Kendilerine öğretilmeye çalışılan tüm mutsuzluk ve kötülüklere karşın, bu ülkenin sağlık yükünü, içlerindeki insanlık değerlerini köreltmeyen doktorların taşıdığına ve hakkı verilerek yapılan pratisyen doktorluğun kutsal olduğuna inanıyorum. Şimdi yaşamın ve pratisyen doktorluğumun keyfini çıkarıyorum.
Dr. Besim Şeref l Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek l 16 Nisan 2017

Bilgi: Köşektaşlı Dr. Besim Şeref tarafından yazılmış bu yazı "Günlüğümden" adlı bir yayın organından aktarılmıştır. kosektas.net

 
 

Yorumlar - Yorum Yaz
Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima