Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi8
Bugün Toplam101
Toplam Ziyaret738764
Mutlu Yıllar

Sürekli anlaşmazlığın ve uyumsuzluğun nedenleri; kadınla erkek arasındaki dinsel ve yasal engeller ile toplumların arasındaki sınırlar ve kurallardır!
Adnan YALIM


Yeni yılda çocuklarınıza, bilgi yerine, özgün olanı; sporu, müziği, resim çizmeyi, kitap okumayı, yemek yapmayı, insanların birbirlerinden farklı olduklarını anlamalarını sağlamak için de, sanatı öğretin!

Çocuklarınıza ayrıca; sembol ve ritüeller yerine,

Değerleri; dil ve sanat, hukuk ve tarih, sorumluluk ve sorgulama, çevre ve iklim bilincini...

♠ Yaşamayı; kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden yaşamayı...

Benlik edinmeyi; "kul benlik" değil, "özerk benlik" edinmeyi...

Düşünmeyi; kimseden emir almadan, bağımsız düşünmeyi...

İnanmayı; safsatalara değil, başarıya inanmayı...

Başkalarına değer vermeyi...

Ekip çalışmasının önemini... 

...öğretin çocuklarınıza!

Bağlar Bellenirken - Hüseyin Seyfi




Köşektaşlı öğretmen Yalçın Yalım tarafından çizilmiş bir resim.
Öğretmen Yalçın Yalım'ın çizmiş olduğu resimlere
bu bağlantı aracılığıyla ulaşabilirsiniz!
kosektas.net

BAĞLAR BELLENİRKEN


Şimdi bağlar harap, bahçeler yok. Kırk yıldır yaşlı ağaçlar insan sesine hasret. Dayanıp ayakta kalabilenler direnmeye çalışıyor. Geriye kalanlar kurumuş.

HÜSEYİN SEYFİ

16 Şubat 2017, Perşembe l Bağlar Bellenirken l Hüseyin Seyfi

Bahar mevsiminde bile tarlada, bağda, bahçede çalışmaktan dolayı terledikçe bol su kaybeder beden. Su kaybettikçe susuzluk hissi artar. Pınardan, çeşmeden alınan su, tarlada sıcağın altında biraz beklerse “ılıktır” ne kandırır, ne de doyurur. En yakın pınardan soğuk suyun, tazesinin doldurulması gerekir.

Bağda, bağ belleyen babamın bir işareti ile Sivri’de, büyük bir derenin içindeki Necati’nin pınarına koşar, çanak sürahiyi daldırırdım pınara. Suyun basıncından dolayı, sürahinin ağzı foş foş ses çıkartır ve bir süre sonra da sesi kesilirdi. O zaman anlardım sürahinin dolduğunu. Pınarın soğuk suyundan elimi yüzümü serinletir elimde sürahi ile dereyi tırmanırdım. O mevkide,  susam, ada çayı, papatya, menekşe, kuzu kulağı, dede sakalı, çalı gülleri ve sarı hardal hatırlayabildiklerim. Hepsi de bahar kokusu salar çevreye mis gibi. Keklikler öterdi derelerde. Bir de, “hep büyük kuşu.” Aslında öten ibibikti. Lakin, bir masal anlatılırdı bu kuş hakkında. O yüzden hep büyük olarak bilirdik. Masal kısaca şöyleydi;

Sıcak bir yaz günü, uzun yollardan gelen bir yolcunun bostan tarlasının kenarından geçerken içi yanar susuzluktan. Canı bostan çeker. Tarla sahibinden bir bostan ister. Bostan tarlasının sahibi bostanlardan hiç birine kıyamaz yolcuya vermek için. Küçük bir bostan vermek ister, ama bostanların hepsi büyüktür. “Hep büyük, hep büyük” der yolcuya. Ve kıyıp da  bir bostan veremez  yolcuya. Yolcu beddua eder. Hep büyük kuşu ol der. Masal bu ya,  adam, o an kuş olur. Başlar hep büyük, hep büyük diye ötmeye. Bildiğimiz ibibik kuşu. Hani, şu ibibikler öter ötmez ordayım şarkısına konu olan kuş. Kim ne derse desin kuşun ötüşü bahar kokusu getirir bana. Bilmem, belki de gençliğimin esintisidir.

Bağın ortasındaki zerdali ağacının altında yemek yerdik. Yemek, yufkanın arasında bulgur pilavı ile torba içinde koyun yoğurdu olurdu. Sabah kahvaltıda ise yufka ile sadeyağı içinde pişirilmiş yumurtaydı.

Cıvıl cıvıldı bağlar. İnsan sesleri, kuş sesleri birbirine karışırdı. Bağ bellemek sadece erkek işi değildi. Aynı zamanda kadınlar ve kızlar da çalışırdı. Hatta kızlar ırgat bile olurdu. Bir bağda genç erkekler çalışırken diğerinde de kızlar çalışırdı. Karşılıklı türkü bile söylerlerdi. Erkekler ve kızlar birbiriyle konuşmazlardı, konuşurlarsa laf söz çıkar ayıplanırdı. Karşılıklı ayna tutulur, türkü söylenirdi. Erkeklerin günlüğü on, kızlarınki yedi buçuk liraydı altmışlı yılların ortasında.

Gün batarken eve dönülür, gün sıcaksa evin dışında kapı önüne kurulurdu sofra. Yere kilimler serilir, duvara yastıklar dayanır açık havada yenilirdi akşam yemeği. Oysa gün boyu açık havada kalınmıştı akşama kadar. Ama evin içi sıkıcı gelirdi yine de. Akşam yemeğinde çorba, patates, dolma mantı, bulgur pilavı, sahanda yumurta, erişte gibi şeyler olurdu. Köfte zahmetli yemekti. Ayrıca et gerekirdi köfte yapmak için. Nohut ve fasulye kış yemekleriydi. Irgat fazlaysa ve o gün bağ belleme işi bitmişse horoz kesilebilirdi.

O yıllarda köyümüz henüz elektrikle aydınlanmıyordu. Gaz lambasıydı evleri aydınlatan. Ay doğduğu zaman sokaklar ay ışığı ile aydınlıktı. Çocuklar, “it kuyuya düştü, kemikçi kömürcü” oynardı.

El feneri veya gemici feneri ile çıkılırdı dışarı.  Köyün en kalabalık olduğu zamandı. Henüz göç hızını almamıştı. Pat sat giden vardı Almanya’ya. Onlar da tek başlarına bekar olarak gitmişlerdi.

Çok değil, birkaç yıl sonra göç hızlandı. Köyden çıkan nasıl ve nereye çakarsa çıksın, bir daha sürekli olarak köye dönmedi. Kim bilirdi Almanya, Fransa yurt tutulacak, Ankara Mamak’ ta bir gecekonduda bir ömür tüketilecekti. İki yılda üç yılda veya düğünde bayramda gelinirse köye bir iki defa.

Göç başlayıp köyler boşaldıkça her alanda değişim hızlandı. Sosyal ilişkilerden tutun günlük yaşama, insan karakterine, kullanılan eşyalara kadar her şey değişti. Öyle bir an geldi ki kırlar, bağlar, bahçeler değişti, kullanılmaz oldu çoğu yerlerde. Her şey ekonomik değeri ile ölçüldü. “Çarşıdan pazardan alır, daha ucuza mal ederim” düşüncesi bağda bahçede doğal güzelliği ve doğal tadı bitirdi.

Şimdi bağlar harap, bahçeler yok. Kırk yıldır yaşlı ağaçlar insan sesine hasret. Dayanıp ayakta kalabilenler direnmeye çalışıyor. Geriye kalanlar kurumuş.

Boş zamanlarda ara sıra ziyaret ederim onları. Konuşup dertleşiriz. Dedemi anlatırlar, halalarımı. Ben doğmadan ölmüş onlar. Yine de hikayelerini dinlerim. Halı dokuduklarını, yastık dokuduklarını. Sağda solda kalmış bir iki hatıraları ve zamanın ağıtlarını.

Yârimi sarmışlar allı kilime
Ne gelirse onu derim dilime
Gelsem bile ne geliyor elimden
Üç aylarda dolu vurdu gülüme…
Testi alıp ben ineyim çeşmeye
Sahip ister sarı celep koşmaya
Ölüm ona hak mı idi bibisi

Bağlar Bellenirken l Hüseyin Seyfi

 


Yorumlar - Yorum Yaz
Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima