Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam91
Toplam Ziyaret743324
Refah ve Özgürlük

Yeterli beslenmeyi, barınmayı, nitelikli eğitimi imkânsız kılan, borç ve faturaları ödeyememe korkusuyla insanın aklını başından alan gelir adaletsizliği ve yoksulluğun, sağlığı, mutluluğu mahvettiğine dair araştırmaların sayısı giderek artıyor.

Yoksulluk beraberinde, artan hastalanma, sakat kalma ve erken ölüm riskini getirirken, kaliteli tedavilerden yararlanma şansını azaltıyor.

Yoksullukla birlikte eğitim düzeyi düşüyor, şiddet düzeyi yükseliyor.

Çocuklar için yoksulluğun uzun vadeli zihinsel sağlık etkileri daha da endişe verici.
Ailelerinin yoksulluk nedeniyle yaşadığı yoğun gerginlik ve travmaya maruz kalmaları, çocukların beyin gelişimini, hatta genlerini kalıcı olarak etkileyen zararlı stres hormonlarını tetikliyor.
Yalnızca fiziksel gelişimlerini değil, zekâ ve öğrenme kapasitelerini de sınırlandırıyor.
Çocuk gelişimine verdiği zarar o denli büyük ki, artık yoksulluğun erken dönem etkileri bir çocukluk hastalığı olarak tanımlanıyor.

Applied Research in Quality of Life’ dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre, ekonomik ve siyasi özgürlükle mutluluk arasında güçlü bağlar var.

Araştırıcılar özgürlüğü, ‘seçme imkânı’, mutluluğu ise ‘yaşamın öznel keyfi’ olarak tanımlıyor ve şöyle diyorlar:
“Siyasi özgürlük arayışının nedenlerinden biri, özgürleşmenin daha fazla sayıda insanın mutluluğuna katkıda bulunacağı inancıdır. Bu inancın arkasındaki teori ise yaşamımızı istediğimiz biçimde yönlendirdiğimizde, daha doyurucu yaşamanın mümkün olmasıdır.”

Bu saptamalara katılmamak mümkün mü!

Mutluluk, ekonomik ve siyasi özgürlükten beslenir; sağlığımızın düzeyini belirler...

Yoksulluk yalnızca parasızlık değil, kişinin insan olarak kendi potansiyelini gerçekleştirme imkânına da sahip olmaması demektir.

Ve insanların büyük çoğunluğu, yeterli kaynaklara sahip olup özgür seçimler yapabildikleri sürece, kendi mutluluklarını tasarlama yeteneğine sahiptirler.

Dr. Şafak Nakajima

Almanya'daki Türk Kökenli Toplum Üzerine
ALMANYA'DAKİ TÜRK KÖKENLİ TOPLUM ÜZERİNE

LÜTFULLAH ÇETİN

Eğer bir kimse, içinde yaşadığı toplumun konuştuğu dili düzgün bir şekilde konuşamıyorsa, o kimse, ne başkalarıyla tanışabilir, ne kaynaşabilir, ne de başkaları tarafından ciddiye alınır. Hele yaşadığı bölgede çıkan yerel bir gazeteyi, haftada, ayda veya yılda bir gün olsun satın alıp okumaz, yakın çevresindeki olup bitenlerden bihaber yaşarsa, yaşadığı bölgenin hava durumunu değil de, 3000 km uzağındaki Türkiye’nin hava durumunu merak ederse, Almanya‘daki yaşama da, insanlara da yabancı kalır!



Almanya’ya geldiğim 1980 yılından beri, Almanya’daki Türk kökenli toplumun gelenek ve kültürel özellikleri kadar, inançları da yoğun tartışmalara konu olur. Kimi iyi dostluk örneklerinin yanısıra, geçmişe dayanan onca iyi ilişkilere, yıllardır birlikte sürdürülen yaşama rağmen, iki ülke insanları arasında, kimi istisnalar dışında, gözle görülür bir kaynaşma olmadığı söylenegelir durur.

Aslında burada yaşanan sorunlar, Türkiye’nin herhangi bir ilinde yaşanan sorunlardan pek farklı değil. Ancak buradaki sorunlara daha karamsar yaklaşılmakta, her şey olduğundan daha farklı yansıtılmakta.

Anadolu insanıyla, Alman halkının birbirleriyle kaynaşmalarının mümkün olmayacağını bilebilmek için, sosyolog olmaya bile gerek yok. Ama ne yazık ki göçün başladığı yıllarda, o zamanki Alman hükümeti ucuz emek, Türk hükümeti de döviz istediğinden, bunu akıllarının ucundan bile geçirmemişler. Açıkçası her iki ülke hükümeti de, bu insanları çıkarları uğruna kullanmışlar. Büyük işçi akınını başlatmadan önce, sosyal görgü, eğitim farkı ve inanç ayrılıkları olan bu insanların, bir araya geldiklerinde ne gibi sorunlarla karşılaşabilecekleri konusunda bir araştırma yaptırsalar ve gerekli önlemleri alsalardı, belki sorunlar bu boyutta olmaz, Türk şiirinin devi Hasan Hüseyin Korkmazgil de aşağıdaki dizeleri yazma gereği duymazdı.


Almanlar, sevgili kardeşlerim, bakın!
Goethe diyorum,
Wagner, Schiller, Schopenhauer!
Darwin’i tanıyorum,
Kant’ı, Nietzsche’yi, Spinoza’yı...
Beethoven sizin değil,
bizim sanki...
Brecht de öyle,
Thomas Man da...
Sanki bizim oraların adamı;
Hegel'iniz, Engels'iniz, Marks'ınız...
Sömürseniz, sıksanız da,
surat asıp kaş yıksanız da,
daha kötü değilsiniz,
inanın bana,
daha düşman değilsiniz,
beni size bir pula satanlardan!

Telafisi imkansız bu yanlışların faturasını birinci kuşak göçmenler çok acı bir şekilde ödediler, bir kısım ikinci kuşak göçmenler ise hâlâ ödemekteler. Kendilerini din ve Allah adına otorite sanan parazitlerin pençesine düşen çoğu birinci ve ikinci kuşak göçmenler, zor şartlar altında kazandıkları paralarını kaptırdıkları gibi, Alman kamuoyunda uyum eksenli tartışmaların içine de sürüklendiler.

İnanç ve kökenleri farklı insanlar arasındaki sıkça karşılaşılan önyargılar, ayrışmanın en önemli sebebi kuşkusuz. Bu ayrışmanın önü ancak karşılıklı tanışma, diyalog ve anlayış ile alınabilir. Karşılıklı tanışma, anlaşma ve kaynaşma ise ancak dil ve sosyallik ile mümkün olabilir!

Tüm bunlar bir tarafa, birlikte yaşamanın getirdiği avantajlar sayısız ve sınırsız Almanya‘da. Önceki kuşakların yaşamlarını zehir zıkkım eden saplantı ve şartlanmalara boyun eğmeyen, vaktiyle yaşanmış olumsuzluklara gülüp geçen, vasıflı ve donanımlı yepyeni bir kuşak yetişti. Gerek bu yeni kuşağın çalışma ve sanat alanlarında yarattığı yeni imaj, gerekse son birkaç yıldan beri Türkçe edebiyat ürünlerinin çeviri yoluyla Almanca’ya kazandırılıyor olması, önyargıları gözle görülür bir şekilde ortadan kaldırmakta. Bu bir anlamda, çok okuyan bir toplum için, ki Alman toplumu çok okuyan bireylerden oluşan bir toplum, yazılı, görsel ve düzgün anlatımın, başka kültürlerin anlaşılmasını kolay kılan, önyargıların giderilmesini sağlayan en verimli kanal olduğunu gösteriyor.


Ekleme Tarihi: 2011-08-09, 21:26:43

  
52 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Sosyal İzolasyon


Susan Sontag
Amerikalı deneme ve roman yazarı, insan hakları savunucusu

20. yüzyılın en etkili entelektüellerinden ve kültür eleştirmenlerinden olan Susan Sontag, sanat, kültür ve insan deneyimine dair keskin bakış açılarıyla tanınıyordu.

Belagat ve yalnızlık ilişkisine dair düşüncesi, dil anlayışının bireyin iç dünyasıyla olan bağlantısıyla alakalı olduğu yönündeydi.

Sontag, iyi konuşma, düşünceleri açık ve ikna edici bir şekilde ifade etme yeteneğinin, doğuştan gelen bir yeti olmadığına, izolasyonun bir sonucu olduğuna inanıyordu.

Toplumsal yaşamın egemen olduğu bir toplumda -ister ailelerde, ister gruplarda ya da toplumsal ortamlarda olsun- insanlar genellikle daha basit ifade biçimlerine başvuruyordu.

Sontag'a göre bir kimse ancak yalnız kaldığında ve kalabalıktan uzak olduğunda belagati geliştirebilirdi, çünkü bu izolasyon anlarında birey düşünceleriyle derinlemesine yüzleşebilir ve bunları açık bir şekilde ifade edebilirdi.

Sontag'ın dil hakkındaki fikirleri, kişisel kimlik, toplumsal yapılar ve insan durumunun kesişim noktalarını sıklıkla inceleyen daha geniş çalışmalarından şekillendi.

Birçok yazısında, fotografçılık, film ve edebiyat üzerine yazdığı çığır açıcı denemelerde olduğu gibi, izolasyonun yaratıcılık ve bireysellik üzerindeki etkisini araştırdı.

Sontag için belagat, statükoyu sorgulamaktan korkmayan gelişmiş, içe dönük bir zihnin işaretiydi. Bahsettiği "acı verici bireysellik", yalnız olmanın varoluşsal maliyetine işaret ediyordu, ancak aynı zamanda sağladığı yaratıcı özgürlüğe de.

Yalnızlık yoluyla, toplumsal beklentiler veya normlar tarafından şekillendirilmeyen, ancak bireyin kendi iç iletişiminden doğan daha otantik bir kendini ifade etme biçimi deneyimlenebilirdi.

Yalnızlık, sanat ve dil üzerine düşünceleri nesiller boyu düşünür ve sanatçıları etkilemeye devam etti.

Sontag'ın "kelimelerle düşünmenin" yalnızlıktan türemiş bir zihinsel izlenim olduğu iddiası, yaratıcılığın ve iletişimin doğasına dair önemli bir içgörü sunar.

Giderek daha fazla birbirine bağlı hale gelen, grup düşüncesinin ve kolektif deneyimlerin sıklıkla hakim olduğu bir dünyada, Sontag'ın fikirleri bize bireysel düşüncenin gücünü ve yalnızlığın dönüştürücü potansiyelini hatırlatıyor.

Çalışmaları, özellikle gürültü ve dikkat dağıtıcı uğraşlarla dolu bir dünyada, kendi seslerini duymaya çalışanlar için bugün de yankı bulmaya devam ediyor.


Kaynak: Classic Literature