Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam37
Toplam Ziyaret758254
Hanifi Yıldız

Fotograf
Köşektaş Köyü Facebook Sayfası

En belirgin özelliği, benzeyeni benzetilene, benzetileni benzeyene, neredeyse istisnasız, yakıştırmasıydı.

Bu özelliğini her zaman, her yerde kullanmaz, ancak yoğun istek olduğunda, kimseyi kırmazdı.

Hatılsız Dana”, “Kavurga Süpürgesi”, “Tandır Külbesi”, “Katran Sürahisi”, “Kara Evraaç”, “Fırtınada Kalmış Lalek”, "16 cm'lik Sünger Döşşek", "Dadâlı Deli Ahmet""Haşarı Eşşek Çulu", "Eli Değnekli Tilki", "Sarı Mavin Çiçeği", "Cöseveli"

yaptığı kimi benzetmelerdi, yaptığı benzetmelere kimse alınmazdı!

Bir başka özelliği de, bir kimsenin yüzüne karşı başka, gıyabında başka bir benzetme yapmasıydı.

Bilgi hazinesi genişti. Yaptığı çoğu benzetmelerde bir dağ, bir nehir, bir kuş ya da bir çiçek adı mutlaka bulunurdu. İri yarı yapılı bir kimseye, “Hasan Dağı’nın Kartalı”, Almanya’dan beklediği eşi için kırmızı renkli, sarı çiçekli bir giysi giymiş, sevinçten içi içine sığmayan, “Bana ne diyorsun, Hanifi Ağa?”, diye ısrarla soran bir kadına, hemen orada: “Zank Dağı’nın Nevruzu” benzetmesi yapmıştır!

(*) Hemen hemen her gördüğünde, “Beni kime, beni neye benzetiyorsun, Hanifi Ağa?, diye, günlerce ve ısrarla soran bir kadın için ise, uzun bir süre sessiz kalmıştır. Ta ki konu komşu, “Etme, gitme, Hanifi Ağa, şuna hoşnut olacağı bir benzetme yap da; sen de kurtul, o da kurtulsun, biz de kurtulalım!” diyene dek:

 “Sana ne diyeyim: “Topaklılı Mastisin!”

Topaklılı Masti: Topaklılı Hamdi Ağa’nın anasıdır. Masti, işiyle, gücüyle, pişirdiği leziz yemekleriyle, misafir ağırlama becerisiyle, çevre köy ve kasabalardaki tüm kadınların gıpta ettiği, imrendiği, özendiği, hatta, 1919 yılında yapılan “Sivas Kongresi” sonrasında, muhtemelen Hacıbektaş’a giderken, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve beraberindeki heyeti, oğlu Hamdi Ağa’nın Topaklı’daki konağında ağırlayan, onlara kendi elleriyle pişirdiği leziz yemeklerden ikram eden, kadındır!

Topaklılı Hamdi Ağa: Geniş toprakları olan, işlerinde çok sayıda insan çalıştıran, konağında çok sayıda insan barındıran, yörede sevilen, sayılan, sözü dinlenen, misafirperver kimse.

(*) Nakleden: Necati Güneş

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

 
 Fotograf tutkunu N. Cengiz Şen Tarafından Çekilmiş Bir Köşektaş Fotografı
 

KÖŞEKTAŞ’TA DÖRT MEVSİM

 III- “KELE KIZ SİNİ GELİYOR”

Dr. Salim ÇELEBİ



Bağlar bozulur, harmanlar kalkar ve tüm kış hazırlıkları bittikten sonra Hamam Pazarına gidilirdi: Günümüzde, kaplıcalarıyla ünlü Kozaklının bizim oralardaki adıydı Hamam Pazarı.

Bir gün tespit edilir, kağnısıyla veya at arabasıyla düşerdi tüm köylü yola.
Yatak yorgan da götürülür, üç dört gün kalınırdı: Otel veya pansiyonlarda değil, açıkta veya kurulan çadırlarda yatılırdı.
Büyükçe bir havuz ve çevresindeki beş altı yerde, suların fokur fokur kaynadığı bir alan kalmış aklımda.
İsmet ağabey (Şahman) önce İbrahim’i (Çelebi) sonra da beni, omuz başlarımızdan tutarak üçer kez daldırıp daldırıp çıkarmıştı Kozaklıdaki sıcak su  havuzuna; üç dört yaşlarında çocuktuk henüz.

Belki güzün daha çoktu ama her mevsimde yapılırdı köyümüzde düğün.

Okuntu dağıtılarak davet edilirdi herkes düğüne. Mutlaka büyük baş hayvan kesilir ve yemekler yapılırdı. Parmaklarına taktığı zillerle, şıkıdım şıkıdım oynardı kadın giysileri giyen köçek. Komşu köylerden gelirdi ve tuhafımıza giderdi bir erkeğin öyle giyinmesi ve oynaması!

Köyümüzde yapılan üç düğünden çok küçük izler kalmış aklımda:

Biri, Hacelinin düğünüydü ki deve donatılmıştı.

Selbinin (Selvi) düğününü de anımsıyorum: Komşumuzdu ve Parkinsonluydu  babası Hüseyin Amca (Gökduman). Titremeleri daha da artmış, kapılarının hemen yan tarafına çömelmiş ve gözyaşı döküyordu gelin olarak evi terk edecek kızı için.

Bir de Fevzi’nin düğünü kalmış aklımda. (Gülsüm Ebenin oğlu: Lakabı, Kör Ferzi )                    

Gelin getirilmiş ve tam evimizin önünden aşağıya dönüyordu ki, duvağının üzerinden bakliyat ve bozuk para saçtılar. Ben de saçılanlardan 25 kuruş para bulabilmiştim yerde...

Kışın yenmesi için turp ve havuç gömülürdü toprak altına.

İki yıl koç güttüm. Galiba Abidin (Erdem) ile birlikte güttük. Ayrı güdülürdü koçlar.

Hiç unutmam, İlhan; (Mükür Amcanın oğlu) “Sülü Emminin hatırı var: Bu sene de ete hasret kalacağız“ diye espri yapmıştı.

Beş altı aydı koyunların gebelik süresi ve bu göz önünde bulundurularak zamanı geldiğinde ayrılırdı koçlar sürüden; böylece, kuzuların doğum zamanının bahara gelmesi sağlanmış olurdu.

Sürüden ayrılan koçlar, zamanı geldiğinde rengarenk boyalarla boyanır, boyunlarına geçirilen ipten tutularak gezdirilirdi sokaklarda.

Bazen kavga ederdi koçlar, her ikisi de geri geri çekilir ve sonra birbirlerine doğru koşarak tokuşurlardı.

O yılın buğdayından yapılırdı bulgur:

Önce yıkanarak taşından ve toprağından temizlenir ve bakır kazanlarda kaynatılarak hedikleşmesi sağlanırdı. 

Dam başlarına serilerek kurutulurdu hedik ve kuruyuncaya kadar da dam başlarında yatılırdı.

Sokuda dövülürdü kuruyan hedik. Köyümüzün sokusu, Kâtip amcaların evinin altında, ilkokulumuzun yukarısından geçen yolun üzerindeydi. İçi oyuk granit bir taştı soku. Hediği dövmek için özel tokmaklar vardı; Dört delikanlı karşılıklı olarak geçerler ve aynı sırayla vururlardı sokunun içine koyulan hediklere.

Sokunun yerini, at veya eşekle çekilen setenler aldı daha sonraları.

Sokuda zedelenen hedik tanelerinin bulgurlaşabilmesi için çekilmeleri gerekirdi.

Genç kızlar, imeceyle her gece bir evde bulgur çekerlerdi.

Tokmakla zedelenen bulgur taneleri, 50-60 cm çapında iki değirmen taşı arasına koyulur ve üstteki taş çevrilirdi sürekli olarak.

Hangi evde bulgur çekileceğini bilirdi delikanlılar:

O akşam, o eve gidilir; kapıdan veya pencereden seyredilirdi bulgur çekmekte olan genç kızlar.

Bulgur çekenlerin içinde sevgilisi olan oğlanlar, bir şekilde haber göndererek yakın arkadaşlarının siniye koyulmasını isterlerdi.

Bu istek, kıza söylenerek onayı alınırdı, eğer onaylamazsa şansına küsmek zorundaydı delikanlı. Zorla güzellik olmazdı ve karşılıklı olmalıydı sevgi.    

Şarkı ve türküler eşliğinde çekilirdi bulgur:

Yorulanlar yer değiştirir ve imece yapılmakta olan evin hazırladığı yiyecekler atıştırılırdı ara sıra.

Bulgur çekme işinin sonuna doğru gerçekleşirdi siniye koyma gösterisi:

“...

Kele kız sini geliyor,

Bre kız sini geliyor.

İçinde oğlan geliyor

İçinde Güneş geliyor.

Hoş geldi, sefa geldi;

Yıldızın koynuna giriyor.”

deyişleriyle son bulurdu tören. Böylece, Güneş ve Yıldızın birbirlerini sevdikleri ilan edilirdi el aleme.


 


0 Yorum - Yorum Yaz
Zahit ile Rint

Dinler, modern öncesi çağların eğitim-öğretim çevresi ve okullarıdır. İnsanların gönül dünyasına düzen vererek topluma da düzen vermiş olurlar.

Zahit; “hayatı” değil de öncelikle ve özellikle “öbür dünyayı” anlamaya çalışan, hep “oraya” doğru yol hazırlıklarıyla meşgul bir “kul”dur. Her şeye, her olaya din açısından bakar ve “dine uygun” veya “dine uygun değil” diye sınıflandırmalarla “fetvalar” vermek zorunda hisseder kendini. Şekilci ve kitabidir.

Zahit, bu dünyaya değer vermez, ahreti düşünerek, cenneti hak etmek için yaşar. Aklında hep sorularla gezer, hayatın her alanını kurallara bağlardı. Bu kurallara sadece kendisi uysa neyse… Herkesi de bu kurallara uymaya zorlar veya uymayanı kınardı; kendi aklına ya da tercihine göre yaşayanı “günahkâr” ilan ederdi.

Rint ise dini inanç taşımakla birlikte hayatındaki “bütün saatleri” şekilci dini kurallara göre ayarlamaktan kaçınan, hayatı sevinçleri ve hüzünleriyle bir bütün olarak gören kişidir. Gönül zenginliğine, hoşgörüye ve aşka değer verir. Asla dayatmacı değildir.

Din insanları, genellikle herkesin kendileri kadar dini bilgiyle donanmış olmasını, öğrenmeye heves etmesini, yüklenmesini bekler. Oysa demircinin, askerin, marangozun, nalbantın, balıkçının, çobanın, çiftçinin bir işi vardır; “zahit” gibi olamazlar. Hem “dünyaya gelmişken dünya nimetlerinden yararlanmak”, yaşamak, insanın hakkı olmalıdır. Diğer yandan düşünür ki israf haramdır. Allah, bunca nimeti ve güzelliği neden yaratmış ola ki?

Şair, hayatın gelip geçici olduğunu belirterek, zahidin şaraba saygı göstermesini bekliyor. İnsan olmanın farklı bir şey olduğunu hatırlatıyor.

Bir görüşe göre Hz. Hamza çok şarap içermiş. İçince de dağıtır ve sevimsiz olurmuş. Hz. Muhammet onu bu halde görünce, şarabın ona haram olduğunu söylemiş. Bu yaklaşım kalıcılaşmış ve giderek tüm Müslümanlara yasak olduğu ileri sürülür olmuş;

Ehline helaldir, na ehle haram, 
Biz içeriz bize yoktur vebali...


Bu dizelerde geçmişteki bu olaya bir gönderme, bir “telmih” var görünüyor. Biz dağıtmadan içeriz, bu yüzden bize bir ağırlığı, bir günahı yoktur… Şarap, içmesini bilmeyene haramdır. Ehil olmayan ondan uzak dursun.

Şarap, tasavvuf ehlinin dilinde “Tanrı aşkı” demektir. Tekke ise, aşk şarabıyla kendinden geçilen yer anlamında “meyhane”dir. Sevap almak için içeriz ve senin buna aklın ermez, bu başka bir hesaptır.. Biz meyhanede bu anlayışa ve bir ruh yüceliğine eriştik.

Tasavvufi düşünce ve inanç sisteminde “Tanrıda yok olmak” ve “Tanrıda yeniden var olmak” (Fenafillah-Bekabillah) amaçlanır. Bunun için bolca “şarap” (Tanrı aşkı) içilmelidir. Biz bu aşkla kandil geceleri kandile, kandilin içindeki fitile dönüşürüz. Tanrı aşkıyla öylesine kendimizden geçeriz ki bu ruh yüceliğiyle Tanrının varlığına ve birliğine delil oluruz; ama sen göremezsin, anlayamazsın bu hali… Şekle takılıp kalacağını ve bu sırlara eremeyeceğini düşünüyor.

Şeriat erbabı için bu kabul edilmez, anlaşılmaz bir haldir. Böyle bir şeye inanmaz. Tanrıya ancak öbür dünyada ve cennette ereceğini düşünür. Oysa rindane anlayışa göre cennet de cehennem de burada ve insanın gönlündedir. Ey Harabi, sen boşuna söylersin; ama daha fazla söze de gerek yoktur. Bilmeyen nasıl anlasın “gerçek” haramı, “gerçek” helali? Ve bir aşk içinde erimeyi?

Hüseyin Geyikçi