Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam95
Toplam Ziyaret735484
Pirahã Halkı ve Dili
Daniel Everett, Pirahã kabilesi'ne dair özellikleri anlatıyor,
videodaki konuşma ve alt yazı İngilizcedir!

Manchester Üniversitesi dilbilim profesörü Daniel Everett Amazonlarda Maici nehri kıyısında yaşayan Pirahã halkının dilini 1977’den beri  inceliyor. Everett, Pirahaların arasında toplam yedi yıl geçirdi, buna karşın bulgularını yayınlamaya bugüne kadar cesaret edemiyordu. Çünkü bulgular, büyük popülaritesi olan doğuştanlık kuramına ters düşüyordu; nitekim genelce diye kabul edilen ve bütün dünya dillerinde olduğu varsayılan bazı dil(bilgi)sel özellikler Pirahãda yer almıyordu; dolayısıyla çağımızın en ünlü dilbilimcisi N. Chomsky ve  S. Pinker için bile bu bulgular dilbilim tartışmalarının odağını oluşturuyor.

Pirahãların en önemli özelliği tutumluluk: Yalnızca üç adıl kullanıyorlar; zaman  anlatan sözcükler bulunmuyor; eylemlerde geçmiş zaman yok. Renkleri somut olarak anlatmak da bu dil için önemsiz. Fakat en şaşırtıcı nokta, yantümce olmaması. Pirahãlar “İşimi bitirince sana gelirim” gibi bir tümcenin yerine “İşimi bitiririm, sana gelirim” der.

Everett “herkes”, “tümü/bütünü”, “daha çok” gibi sayı sözcüklerini de köylülerden hiç duymadığını söylüyor.  Everett “bir”e yakın anlamı olan “hói” diye bir sayı sıfatı duyduğunu, ancak bu sıfatın aynı zamanda “küçük” ya da “daha az” anlamına geldiğini belirtiyor (Örneğin “büyük bir balık” yerine “iki küçük balık”). Pirahãlar işlerini parmak hesabıyla yürütüyorlar.

Columbia Üniversitesi’nden ruhdilbilimci P. Gordon “Science” dergisinde yayınlanan çalışmasında güvercinler ya da şempanzeler sayılardan ne kadar anlıyorsa, Pirahãların da o kadar anladığını, “sayı kavramı” olmayınca sayıları ayırt etmenin de olanaksız olduğunu  söylüyor.

Everett Pirahãlara birden ona kadar saymayı öğretmek için sekiz ay uğraşmış, ancak öğretememiş. Everett bunun Pirahãların aptal olduğu anlamına gelmediğini, zekalarının  önlisans düzeyindeki bir kişinin zekasından daha düşük olmadığını belirtiyor.

Everett bütün bu olağandışı durumları şöyle açıklıyor: Dil, kültür aracılığıyla dünyaya gelir. Pirahãların kültürü ise “şimdi ve burada  yaşamak”  biçiminde özetlenebilir. Sadece doğrudan doğruya yaşananlar anlatılmaya değer bulunuyor. Bütün olaylar konuşma anına bağlıdır. Bu yaşam biçimi soyutlamayı ve geçmişle karmaşık bağlantılar kurmayı engelliyor, böylece dili sınırlıyor.

Pirahãların çocuklara ad verme yöntemi de ilginç: Çocuğa, herhangi bir yönüyle benzediği bir kabile üyesinin adı veriliyor. Bugün ve şimdi önemi olmayan şey unutuluyor. Örneğin çoğu kişi dede ve nenelerinin adını anımsamıyor.

Evrensel dilbildisinin özünü sesbilgisinin mi, biçimbilgisinin mi ya da başka bir dilbilgisel ulamın mı oluşturduğu konusu tartışmalı olsa da, dilbilimin duayeni 77 yaşındaki Chomsky’nin tartışmasız kabul ettiği bir şey var: bir yapının kendi kendisinin bir parçası olarak yinelenmesi (Rekursion). Chomky’ye göre yineleme olmadan ne matematik, ne bilgisayar ne de felsefe olurdu. İlke olarak, yineleme olmasaydı yantümce kurmak da olanaksız olurdu. Pinker buna dayanarak diyor ki: Pirahãda yantümce yok ise; yineleme, insan dilinin kendine özgülüğünün kaynağı ve nedeni, hatta evrensel dilbilgisinin bir öğesi de olamaz. Bu görüş, Chomsky’nin çürütülmesi anlamına gelir.

Bu bulgular, sözcüklerin düşünceyi belirlediğini savunan B. Whorf’u yeniden gündeme oturtmuştur.

Bugün itibarıyla hiç kimse Everett’in bulgularını doğrulayacak ya da çürütecek durumda değil. Çünkü onun gibi iyi Pirahã bilen yok. Buna karşın Chomsky’nin de çevresinden olmak üzere birçok araştırmacı bu yıl Maici’ye gidip Everett’in bulgularını/savlarını yerinde inceleyecek

(Rafaela von Bredow’un Der Spiegel’deki  haberinden aktaran: Prof. Dr. Tahir Balcı; 17. sayı, 24.4.06, s. 150-152).

Köy Enstitüleri II

Körinanç’a Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları... 


Orada, köy yaşamı, öğretmen ve öğrenciler tarafından incelenerek, köylülerin inançları, gelenek ve görenekleriyle ilgili araştırmalar yapılırdı. Tarım İşleri Dersi'nde, üzüm asmalarına yönelik çalışmalar görülmeye değerdi. Her üzüm asmasının, kendi gövdesine bağlı, numaralı bir künyesi vardı. Tüm künyeler bir deftere kayıt edilir, asmaların bakım ve verimleri karşılaştırılır, elde edilen veriler ışığında, hangi asmanın, hangi toprakta ve hangi gübreyle daha verimli olacağı bulunmaya çalışılırdı. M. K. Y. 


II - Köy Enstitüleri'nin Kuruluş Amacı ve Metodu

Musa Kâzım Yalım

 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Atatürk’ün, felsefe olarak seçmiş olduğu bilimsel dünya görüşünün ışığı altında Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un yaratıcı ve yapıcı eğitim – öğretim anlayışıyla, bilimsel ve sanatsal doğrultuda biçimlenen Köy Enstitüleri; Türk köylüsü ve Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metot olarak, Türk eğitim tarihinde mutlaka yerini alacaktır.

 


 

Köy Enstitüleri, tüm dünya insanlığının yararlanabileceği örnek bir eğitim – öğretim sistemi olarak Türk ulusunun gururu olacaktır. 

Cumhuriyet yönetiminin getirdiği, bilimsel dünya görüşünün açtığı aydınlık yolda yaratılan Köy Enstitüleri felsefesi ve ruhuyla; Türk toplumunun tarihsel gelişim doğrultusuna biçim veren, “dinsel dünya görüşünün” oluşturduğu dogmatik, metafizik, düşsel, ruhcu ve körinanca yönelik bilim dışı bağnaz bir anlayışın granitten örmüş olduğu körinanç duvarlarını aşarak, Atatürk’ün bilimsel dünya görüşüyle bütünleşmiştir. 17. Nisan 1940.

Köy Enstitüleri, Türk köylüsüne ve Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metot ve aynı zamanda Türk toplumuna özgü bir Rönesans hareketidir.

Köy Enstitüleri!nin yaratıcıları; dünyada bir benzeri daha bulunmayan, Türk köylüsünün ve Türk toplumunun içinde bulunduğu ekonomik, kültürel ve sosyal koşullara göre, yepyeni bir eğitim – öğretim sistemi ortaya koymuşlardır.

Yani, “iş sevgisiyle, aklı (zekayı) bütünleştiren; iş içinde iş aracılığıyla, iş için eğitim” vasıtasıyla yaratıcı ve yapıcı yetenekleri geliştiren bir eğitim metodu; Köy Enstitüleri’nin bize özgü, özel bir pedagojik metodun altyapısını oluşturuyordu.

İsmail Hakkı Tonguç, Türk köylüsünün ve topyekün ülkemizin kalkınmasının bu metoda bağlı olduğuna inanıyordu. 

  • Köy Enstitüleri’nde iş sevgisi ve el becerisi, zeka ile bütünleştirilmeye yöneliktir.
  • Orada, deneysel metoda dayalı bilimsel bilgi ve güzel sanatlar egemendir.
  • Orada, eğitim ve öğretimin temelini insan sevgisi, doğa sevgisi, hoşgörü, demokrasi ve laiklik oluşturmaktadır.
  • Orada, iş ve yaşam eğitimi vardır.
  • Köy Enstitüleri; eğitimin ve bilginin bilince dönüştürüldüğü çağdaş bir eğitim metodu uygulayan kuruluşlardır. Yani, bilinç; elde edilen bilginin ve eğitimin bireyin ve toplumun, insanca (uygarca) yaşamaya alışkanlığının kazandırılmasına yöneliktir. Uygarca yaşamaya faydası olmayan bilginin hiçbir önemi yoktur. Bu bilgi, bilinç dışı kalmış bir bilgidir. Böyle bilgiler, boş yere elde edilmiş zihinsel bir yüktür. Köy Enstitüleri’nin bilgi felsefesi, bilince dönüşen bilgidir. Bilince dönüşmeyen bilgi, hiç işe yaramayan yapı taşı gibidir. Onunla bina inşa edilmez!
  • Köy Enstitüleri’nde, köyü, uyandıracak, canlandıracak ve kalkındıracak, üretici, yaratıcı, halkçı ve devrimci bir eğitim düzeyinin köye sokulması için, öğretmen ve öğretmen adayı öğrenciler arasında tartışılarak yeni proğramların üretilmesiyle öğrencilere, onun nasıl uygulanacağı ile ilgili bilgi ve beceri kazandırılmaya çalışılırdı.  

Orada, köy yaşamı, öğretmen ve öğrenciler tarafından incelenerek, köyün yaşamı, inaçları, gelenekleri, duyuşları, oyunları ve müzikleriyle ilgili folklor çalışmaları proğramlanarak köyü ve köylüyü tanıma çalışmaları yapılırdı.

Tarım işlerinde üzüm bağlarıyla ilgili çalışmalar görülmeye değerdi. Hep uygulamalı geçerdi. Her üzüm asmasının, gövdesine bağlı numaralı bir künye vardı. Bu künye deftere kayıt edilir, asmanın bakımıyla verimi izlenerek görülenler günü gününe kayıt edilirdi. Asmaların hangi toprakta, hangi gübreyle ve hangi yönde daha iyi verimli olacağı araştırılırdı.

Fizik, kimya, matematik ve biyoloji laboratuvarlarıyla çalışmalar başta olmak üzere hayvancılık, arıcılık, tavukçuluk ve tarımla ilgili derslerin hepsi de uygulamalıydı.

İnşaat işleri, demircilik ve marangozluk bilgileri atölyelerde öğrenilir ve orada uygulamaya konurdu. Kısacası; inceleme, araştırma, eleştiri, gözlem ve deney metodu, Köy Enstitüleri’nde eğitim ve öğretim temelini oluşturuyordu. 

Köy Enstitüleri, kendine özgü eğitim sistemiyle dar ve geniş anlamda iki önemli amacı gerçekleştirecekti. Köy Enstitüleri’nin dar anlamdaki amacı, tarım alanından dünya standartlarını yakalayacak yaratıcı, üretici ve girişimci özellikte köy insanının yaratılması hem köylünün ve hem de ülkenin mutluluğu için gerekiyordu. Bu nedenle, köylünün kendi öz haklarına sahip çıkmasına yönelik, feodal sömürüye (toprak ağalığına) karşı bilinçlendirilmesi zorunluydu. Bu bilinç, ancak Köy Enstitüleri hareketiyle sağlanabilirdi.

Köy Enstitüleri’nin geniş anlamdaki amacı; çağdaş ve Atatürkçü düşünce doğrultusunda, Türk köylüsünü ve Türk toplumunu kalkındırmaya esas olmak üzere;

  • Bilimle barışık, bilimsel akla sahip, ileri görüşlü bilimsel ve diyalektik ölçülere göre doğru düşünebilen;
  • Bilimsel ve sanatsal değerlere saygılı;
  • Evrensel boyutta, deneysel metoda dayalı bilim ve sanat üretenleri takdir edip, onlara hayranlık duyan;
  • Yaşamını görünmez güçlerle, efsanelere, mucizelere, tarikatlara, kadere, uğura ve körinanca değil; bilimsel bilgi ve sanata bağlamış;
  • Metafizik felsefe ve hayali görünmez güçler saltanatına dayalı “dinsel dünya görüşüne” değil; eytişimsel özdekçi felsefeye dayalı “bilimsel dünya görüşüne” bağlı;
  • Bilim ve sanat üretmeye özenen ve aynı zamanda başkalarını teşvik eden;
  • Düşünsel bilgi ile, deneysel bilgiyi birbirinden ayırabilen;
  • Zihinsel ve fiziksel gücüyle üretkenliğe yatkın; yaratıcı, yapıcı ve yaşatan;
  • İnsani değerlere ve insan haklarına saygılı;
  • Din, ırk, mezhep, soy sop, zengin, fakir farkı gözetmeksizin tüm insanları en içten duygularla seven insan ve doğa sevgisiyle dolu;
  • Laik demokratik, hoşgörülü, kadın – erkek eşitliğine inanmış;
  • Türk toplumunun bireyleri olarak ulusal bilinç toplumsal sorumluluk duygusu kazanmış;
  • Vatan, millet ve bayrak sevgisiyle dolu, Atatürkçü (akıl ve bilime yatkın), Atatürk ilke ve devrimlerinin çağdaş özelliğini kavramış ve Atatürk’e bağlı bir Türk köylüsü ve Türk toplumu yaratmaktır.  

Rönesans hareketinin başarısıyla Batı toplumları, “refah devleti” düzeyine ulaşmışlardır. Dini baskılardan kurtulmuşlar, dine bağlı ibadet ve inanç, devletin görevi olmaktan çıkmış, bireylerin özgür iradesine bırakılmıştır. Buna parelel olarak da, aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması sağlanmıştır.

Böylece devletle din işleri birbirinde ayrılmıştır. Laiklik ilkesi yaşama geçmiş olup, laik ve demokratik gelişmeye dayalı “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce” sistemi yaratılmıştır. Batı’da bilim üretmekten dolayı, insanlar; artık her türlü baskı ve işkenceden kurtulmuşlar, yeni bir hayat başlamıştır.

Dinsel dünya görüşünün yerine; bilimsel dünya görüşü egemen kılınmıştır, buna parelel olarak, bununla beraber, aklın egemenliği, aklın özgürlüğü, aklın yaratıcılığı ve bilimin egemenliği sağlanmıştır. Avrupa’da başlayan bu yeni hayat Rönesans hareketinin başarısıdır.

Köy Enstitüleri hareketi, bize özgü Atatürkçü Rönesans hareketidir.

Batı’da, Rönesansla insanlara sağlanan yeni hayat ve mutluluklar; eğer 1950 gerici karşı devrim hareketi olmasaydı Köy Enstitüsü hareketiyle bizde de yaşama geçirilecekti. Köy Enstitüleri’nin geniş anlamdaki amacı işte böyle bir amaçtı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bile Osmanlı döneminden kalma klasik ve ezberci eğitim sistemi hālā geçerliliğini koruyurken, Köy Enstitüleri’nde saptanan çağdaş uygarlığı yaşatacak amaçlara bir an evvel ulaşmayı sağlayacak, ezbercilikten uzak gözlem ve deneye dayalı uygulamalı bir eğitim – öğretim sistemi oluşturulmuştu. Ama ne yazık ki... Köy Enstitüleri’nin plānlandığı geniş amaçlara ulaşılmadan Köy Enstitüleri’nin varlığına son verilmiştir.

İsmail Hakkı Tonguç, bunca zamandır ihmal edilmiş Türk köylüsüne, uygarca ve insanca yaşama olanağının sağlanabilmesi için köyün “kendi öğeleri ile içinden canlandırılması ve bilinçlendirilmesi” ni gerekli görüyordu.

Saygıdeğer yazarımız Talip Apaydın; “Bilgiyi bilince dönüştüren eğitim” diye vurguluyor Köy Enstitüleri’ni. Köy Enstitüleri, insan yaratma sanatının üzerine kurulmuştur.

Yaklaşık yarım asırdan beri, Anadolu liseleri, fen liseleri, süper liseler ve dershaneler eğitim üzerine faaliyetler sürdürmektedirler. Amaç, bilim ve güzel sanatlarda yaratıcı eleman yetiştirmekti. Sonuç olarak, bunca yıl geçtiği halde, bilim ülkesi olmamız gerekirken, bu konuda içimizi aydınlatacak bir gelişme görülmüş değildir. Gerçi 1950’de bilimsel dünya görüşünün yerini, dinsel dünya görüşünün almasıyla, bilim ve sanat üretememek Türk toplumunun kaderi olmuştur.

Üniversiteye hazırlık için dershaneler harıl harıl çalışıyorlar. Yıllık ücrek olarak öğrencilerden 2 bin liradan, 6 bin liraya kadar değişen miktarda ücret alınıyor. Öğrencinin ve Türk toplumunun geleceği dershanelerin vicdanına bırakılmıştır. Bu durmda, milli eğitim ve öğretim, ādeta pazar meta haline gelmiştir.

Devletin asli görevi, çağdaş değerler ölçütünde eğitim – öğretim kurumları oluşturarak, vatandaşlarının refahını ve yaşam standardını en üst düzeye taşımak olmalıdır. Devlet olmanın gereği de budur.

Onca masraflarla okuttuğumuz gençlerimizin başarıları gözler önünde. Ülkeler arası 42 lisenin yarışması sonucu, önden sona doğru 37., arkadan öne doğru ise 5. sırada yer almışız.

Yine üniversiteler arası bir yarışmada da, dünyadaki en iyi 500 üniversite arasında sıraya bile girememişiz. Bu yarışmalarda Japonya ve ABD en başta gelmektedir.

800 yıldan beri, zihinsel gücümüzün verimsizliği bayağı genetikleşmiş gibi. Beyin verimsizliği damgasından kurtulmak mümkün olacak mı? Bu gidişle asla!

Köy Enstitüleri’nin yıkılışı, “demokrasi ve ādalet, güçlülerin çıkarılarından başka bir şey değildir.” gerçeğini en açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Toplumun hak aramaması için, toplum adeta sindirilerek sinekleştirilmiştir. Güçlünün borusunun öttüğü yerde, sineklerin sesleri duyulmazmış.

Köy Enstitüleri’nin yıkılışı; bilime, güzel sanatlara ve çağdaşlaşmaya karşı gelmenin bir diğer adıdır.

Şimdi, ülkemizin, Köy Enstitüleri gibi bir eğitim sistemine gereksinimi vardır. Çağdaş dünya bizi buna zorluyor. Ama, Köy Enstitüleri eğitim sistemini tekrar hayata geçirmek olanaklı mıdır? Hayır! Çünkü, Köy Enstitüleri’nin amacı, köylüyü bilimsel dünya görüşü doğrultusunda kalkındırmaya ymnelikti. Ancak köylünün yaşam koşulları tümden değişmiştir.

Köylüleri, köye bağlayacak bütün değerler yok edilmiştir.

Köylülerin ürettiklerini, emeğin karşılığında değerlendirecek bir devlet politikası yoktur. Köye hayat verecek ekonomik olanaklar, yürütülen yanlış politikalar yüzünden ellerinden alınmıştır.

Bu durumda, köylüler şehirlere gitmek üzere göçe zorlanmışlardır. Şimdiyse köylüler yoğun bir şekilde şehirlere göç etmeye başlamışlardır. Köylerde yaşanan ev sayısı bitmek üzerdir. Artık köylülerin şehir macerası başlamıştır. Bu koşullarda, Köy Enstitüleri’nin hizmet verebileceği köy ve köylüler kalmamıştır denilebilir.

Batı’da köyden – şehire bir göç olayı yaşanmıştır. Çünkü, Batı’da sanayi devrimiyle, göç eden köylülere iş olanağı yaratılmıştır. Batı’daki göç olayının diyalektiği belliydi. Ama, Türkiye’de yeni bilim esaslarına göre, yeni bir teknoloji ve sanayi yaratma olanağı olmadığı için, köyden şehire göç etmek, köylüler için akıl ve atmosfer üstü bir macera yaşamaktır. Kısaca: Köy Enstitüleri’nin tekrar hayat bulacağı bir köy ortamı bitmiştir. Köylülerin durumu, denizde at ile gezmek gibi bir düşselliktir. Zamanla hepsi de batabilir.

Yani Köy Enstitüleri eğitim sistemini tekrar yaşama geçirme olanağı, şu koşullarda hemen hemen yok gibidir. Çünkü, artık köylülerimizin yerlerinde yeller esmektedir. Köylerde yaşanacak sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik koşulların hepsi de ortadan kaldırılmıştır. Köy Enstitüleri artık bir hayal olmuş, Türk eğitim tarihinde yerini almıştır.

Köylüye hayat verecek kırsal sanayi düşüncesi tatlı bir hayal olarak kalmıştır. Bir mucize yaratılmadıkça köye ve köylüye kavuşmak ancak anıların canlandırılmasıyla mümkün olacaktır.


III. bölümü okumak için tıkla!



Yorumlar - Yorum Yaz
Şehleray Dili

Bedros Tıngır'ın Evrensel Dili Şehleray
The Seh-lerai Language

Şair Bedros Tıngır'ın dünya barışına hizmet etmesi için tasarladığı, icat ettiği ve kurallarını, gramerini oluşturduğu Şehleray dilinin hazin hikâyesi...

Şair Bedros Tıngır’ı (Petros Tıngıryan) ve tasarladığı Şehleray dilini pek bilen yoktur. Kendisi 19. Yüzyılda 40 yıl boyunca İzmir Buca’da yaşamış ve 1881 yılında Buca’da ölmüş Ermeni bir şairdir. Dokuz dile (Ermenice, Yunanca, Latince, Arapça, Farsça, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Sanskritçe) hâkim olan Tıngır, 1865 yılında burada, uluslararası olarak kullanılabilecek Şehleray dilini icat etmiştir. Bu dil Tıngır’a göre, bütün ülkeler arasında barışı ve sevgiyi teşvik edecek, dinler üstü, diller üstü, uluslar üstü kimlikli bir dil olacaktır. Tıngır, çeşitli dinlere ve dillere bölünmeye maruz kalmadan evrensel tek bir dilin ulusları birbiriyle bütünleştireceğine ve hatta tüm bireysel çekişmelere, tüm kavgalara ve tartışmalara bir son vereceğine inanmıştır. Tıngır, dilinin dünya çapında, tüm uluslar tarafından sevgi ve direniş olmadan kabul edileceğini hayal etmiştir. Hedefinde, yıkılmayacak bir Babil Kulesi inşa etmek vardır.

Böyle bir hayat felsefesi benimsemesinde, Tıngır’ın yaşadığı kimi olaylar da etkili görülmektedir. Tıngır, 3 Eylül 1799'da Konstantinopolis'te doğmuş, 21 Ekim 1811 yılında Ermeni Katolik Mekhitarist İlahiyat Fakültesi’nde rahiplik için eğitim almak üzere Viyana'ya gönderilmiştir. Bedros'a 7 Eylül 1813'de dini bir sembol taşıyan Karapet ismi verilmiştir. On dokuz yaşında bir rahip olarak görevlendirilen Karapet, Konstantinopolis'e dönmüş, ancak 1827-1830'da başkent Ermeni Ortodoks Patrikhanesi tarafından kışkırtılan Ermeni Katoliklerine yönelik zulüm sırasında şehirden gönderilmiştir (Russell, 2012, s.3). Tıngır, ilk önce Bükreş'e gitmiş, 8 Ocak 1828'de Viyana'daki manastırına dönmüş, buradan hem Ermeni Katolikliği hem de kendisine verilen Karapet ismini reddederek ayrılmıştır. Yolculukları onu son olarak İzmir'e taşımıştır. Fikrimce, dinler ve diller üstü, barış ve sevgi taşıyacak bir dil icat etme motivasyonunun altında, yaşadığı zorlu mücadeleler yatmaktadır.

Tıngır, icat ettiği yeni dili, çeşitli dillerin çeşitli seslerinden, özellikle Sanskritçe'den oluşturmuş, çeşitli karakterlerin parçalarından oluşan bir amalgam yaratmıştır. Herhangi bir ulus tarafından kabul edilip kullanılmadığından Şehleray, bir dil olarak adlandırılamamıştır. Tıngır, icat ettiği dil için bir gramer kitabı ve sözlük hazırlamıştır. Oluşturduğu alfabeyi temel aldığı bir müzikal notalama sistemi dahi geliştirmiştir (Russell, 2012, s.3).

Eğitiminin bir kısmını Viyana’da, bir kısmını da İstanbul’da tamamlayan Tıngır, şair olmasının yanı sıra bir dilbilimci olarak da kabul edilebilir. Kendisi, yeni oluşturduğu Şehleray dilinde şiirler yazmış, gelen ziyaretçilerine bu dilin Fransızca tercümesinden şiirler okumuştur. Fakat kendisi dışında Şehleray dilini anlayabilen, o dilden eserleri okuyabilen biri olamamıştır maalesef. Elbette elimize ulaşan eserleriyle, özellikle de yazdığı gramer kitabı ve sözlük vasıtası ile dilin analizi ve bu dil üzerinden yazılan şiirlerin analizi mümkündür.

Tıngır, Buca’daki evinin girişine, kendi tasarladığı dili kullanarak ‘’Ayzeradant’’ yani ‘’Bilgelik Tapınağı’’ yazmıştır (Russell, 2012, s.4). Evinde dilbilimi üzerine çokça kitap içeren bir kütüphanesi bulunmaktadır. Ünlü yazar William Saroyan, Bedros Tıngır’ın yakın arkadaşlarındandır. Bedros Tıngır’ın yaşadığı yer bugün, Tıngırtepe olarak adlandırılmaktadır; lakin orada yaşayan halkın Bedros Tıngır hakkında bir bilgisi olmamakla birlikte, Şehleray dili hakkında da fikirleri bulunmamaktadır.

Bugün, Bedros Tıngır’ın evini görmek mümkün değildir; Tıngır’ın evinin bulunduğu yerin üzerinde Mevlana Celaleddin Rumi’nin devasa bir heykeli bulunmaktadır. Şehrin hafızasının geri kazandırılması, Bedros Tıngır’ın çok önemli bulduğum dil felsefesinin görünür kılınması için Tıngır hakkında geniş kapsamlı araştırmalar başlatılmalı, çeviri faaliyetleri yapılmalıdır.

Gözde YILMAZ 

Kaynakça:

Russell, James (2012) "The Seh-lerai Language", Journal of Armenian Studies.

Harvard Library