1945 yılında eğitim ve öğretime açılan ve 1980'li yıllarda yok edilen ÇOCUKLAR VE MEKTEP BAHÇESİ
HÜSEYİN SEYFİ 27 Temmuz 2016, Çarşamba Çocuklar ve Mektep Bahçesi, Hüseyin SEYFİ Mevsim yazdan güze dönüp de Eylül ayına girilince havanın rengi değişmiştı. Yayla havası vardı bizim köyde. Yükseklerde rüzgar esintisi hiç durmuyor, sürekli poyrazdan vuruyordu. Poyrazın önü açıktı. Öğrencilik yıllarımdaki okul çoktan yıkılmış, ortaya geniş bir tarla alanı çıkınca, ağaç seven köylü oraya da çam fidanları dikmişti. Bu alanın adı eskiden beri ‘Mektep Bahçesi’ idi. Mektep Bahçesi’nin ortasına küçük bir çocuk parkı ile beraber çocuklar için oyun yeri yapılmıştı. Gerçi göç yüzünden köyde pek öyle çocuk da kalmamış, bu yüzden mevcut iki okulun ikisi de kapanmıştı. Eski sözcük kullanma alışkanlığım olmamasına rağmen ‘Mektep Bahçesi’ sözü çok hoşuma gidiyor. Bana hep eski Köy Enstitülerinin, Öğretmen Okullarının uygulama bahçelerini hatırlatıyor. Az çok kendi çocukluğumuzu da yaşadık. Köyümü her ziyaret edişimde Mektep Bahçesi’ne girer eski okul günlerime dönerek sanki öğrencilik yıllarımdan bir iz ararım. Eylül ayının başı olmasına rağmen o gün hava sıcaktı. Mektep Bahçesi’nde, çocuk oyun yerinde, birkaç çocuk oynuyordu. Bahçenin dışında bulunan salkım söğüt altında hem bahçeyi hem de çocukları seyrederken aklıma bir muziplik geldi; Tel çıt ile çevrili Mektep Bahçesi’ne usulca girdim. Yavaş yavaş çocuklara doğru ilerledim. Çocuklar, ilk gördükleri benden birazcık tedirgin olmuşlardı. Yaşları dört ile dokuz yaş arası değişiyordu. ‘Merhaba çocuklar!’ dedikten sonra oyuna başladım. - Çocuklar paranız var mı da burada oynuyorsunuz ? - ‘Ne parası’ der gibi önce yüzüme, sonra da birbirlerine bakıştılar. En büyük görüneni; - ‘Paramız yok, ne yapacaksın?’ dedi. - Paranız yoksa burada oynayamazsınız, dedim. Sonra da; - Çocuklar, ben bu köye Park Bekçisi olarak geldim, diye kendimi tanıtmış oldum. - Bundan böyle parkta oynamak parayla. Şimdi çıkartın paraları. Çocuklar hep bir ağızdan, - Paramız yok, diye keyifle bağırıştılar. Sanki paralarının olmayışı onlar için bir şanstı. Belki de, o an, ben de gözlerinde bir eşkiya idim. - Pekala, paranız yoksa babalarınızın maaşından park parası olarak keserim, dedim. - Beş yaşlarında bir çocuk itiraz etti: - Ben baabmın maaşından kestirmem. Hem benim babam bu köyüm ımamı, dedi. Yanına yaklaşarak saçlarından okşadım. - Adın ne senin ? - Ömer Faruk, dedikten sonra kendinden bir yaş küçük kız çocuğunu göstererek; - Bu da benim kardeşim, Eşe Nur, diye devam etti. - Pekala, dedim. Sana bir torpil geçelim de babanın maaşından kesilmesin. Ömer Faruk işi başarıp araya torpil koymasından dolayı kendinden emin bir tavırla mutlu oldu. Esmer olan çocuğa yaklaştım, - Peki sen kimsin? dedim. - Velican. - Babanın adı ? - Hilmi. Ama amca benim babamın maaşı yok ki, diyerek ablasını gösterdi. - Biz de kardeşiz. Ablasını sırtına elimi koyarak, - Senin adın ne? diye sordum. - Gülşah, dedi. Gölşah orada bulunanların en büyüğü idi. - Ne tatlı bir kızsın, kaç yaşındasın ? - Dokuz. Zayıf, sarışın bir çocuk daha vardı. O da kendiliğinden konuşmaya başladı: - Benim babamın maaşı var. Biz İstanbul’da kalıyoruz. Babam İstanbul’da Noter yanında çalışıyor. Babamın adı Avni. Ama sen onu bulamazsın ki, maaşından da kesemezsin. - Aman çocuklar, babalarınızın maaşlarından kesmeyelim. Sizlerden de para pul almayalım. Buna karşılık yeni dikilmiş, şu en küçük çam fidanlarını sulayalım. Bakınız hepsi de boyunlarını bükmüş su istiyorlar. - Yaşasın diye hepsi birden bağırdı. Niçin ‘yaşasın’ dediler? Maaş kesimi olmayacağı için mi, yoksa fidan sulanacağı için mi, pek anlayamadım. - Gülşah; - Nasıl sulayacağız? Diye sordu. Ben de, - Pet şişeleri bulacağız, onlarla şu havuzdan su taşıyarak sulayacağız diye cevap verdim. Sonunda herkesin gücüne göre büyük ve küçük pet şişeler bulduk. Her birimiz dolu şişelerle birer sefer yaptığımızda küçük çam fidanlarına yetiyordu. Çocuklar, suyu fidanların tepesinden dökmeyi seviyorlardı. Tepeleri ıslanan küçük çam fideleri etrafa mis gibi çam kokusu salıyorlardı. Ben, bu güzel kokuyu ‘teşekkür’ gibi algılıyor, çocuklar gibi seviniyordum; Bu fidanlar büyüyecek, altında bu çocukalr el ele kol kola dolaşacaklar, bazen de piknik yapacaklardı. Gün batacak, ay tepeden vuracak etrafı kahkahaya boğacaklardı. Kirli havasız, dumansız tertemiz mis gibi bir köy havası olacaktı. Çocuklar yaptıkları işin önemini kavramışlar zevk ve iştahla çalışıyorlardı. En küçükleri Eşe Nur elinde küçük bir gazoz şişesi havuza daldırıyor, su büngül büngül doluyordu. Eşe Nur önce keyifle suyu seyrediyor, sonra da koşarak gösterilen fidanın dibine döküyordu. En gayretlileri de Velican idi. Esmer, çevik, sırım gibi bir yapısı vardı. Yedi sekiz yaşlarında görünüyordu. Gülşah durmadan sorular soruyordu. - Amca senin adın ne? Buraya neden geldin? Ne iş yapıyorsun? Ömer Faruk biraz mızıkçılık yapıyordu. Biraz sonra da ‘terledim’ diyerek üstündeki gömleği çıkardı. Onu gören Eşe Nur da ‘ben de terledim’ deyip o da üstünü çıkardı. Baktım, herkes soyunacak, orası üstsüzler plajına dönecek (!), yasakladım soyunmayı.
|