Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam4
Toplam Ziyaret754516
Korku ve Ahlak

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır?
Anıl Talat Eryontuk

Tarih boyunca bir arada yaşayan insanları toplum haline getiren, aralarındaki yazılı olmayan kurallar, bağlar, ilkeler, dil becerileri ve duyarlılıklardır!

Bu bağlamda insan ilişkileri ilk sırada gelir.

Bu ilişkileri derleyen, yönlendiren, usul ve düzen getiren ana konu ise ahlaktır.

Ahlak üzerine sayısız yazılar yazılmış, makaleler yayınlanmıştır.

Lakin Mustafa Kemal’in ahlak üzerine söylediği "Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene de lâyık değildir!" sözü tüm yayınların üzerindedir benim için.

Ahlak, insan ilişkilerinde “iyi” ya da “doğru” yahut “kötü” ya da “yanlış” olarak adlandırdığımız değer yargılarını ifade etse de özünü bir türlü kavrayamadığımız bir sırdır aslında…

Bu sırrı çözmek ise vicdanımızı hassas teraziden geçirmekle mümkün.

Peki ülke olarak son yirmi yıldır bu teraziyi nasıl kullandık?

Hiç kendimize bu soruyu sorduk mu?

Yani biz kişi,  kurum ve makamlardan yahut inancımız gereği uhrevi hayattan çekindiğimiz için mi doğruyu görmemize rağmen sustuk ya da görmek istemedik.

Yoksa, ahlaklı değil, korkak olduğumuz için mi?

Tüm mesele bunun altında yatıyor aslında.

Mesela hükûmeti devletle özdeşleştirerek hükûmet politikalarına getirilen tüm eleştirileri devlete yapılmış gibi bir algı oluşturanlara, eleştiri sahiplerini devlet karşıtı bir yere konumlandıranlara ve vatan hainliğiyle eş değer bir zeminde değerlendirenlere yıllarca göz yumduk.

O zaman bizler korkak mıydık yoksa ahlaklı mı?

Yahut uzun yıllardır iktidarda kalmak uğruna demokratik bir yaklaşımı benimsiyor gibi yapanlara, daha sonra rövanşist bir üslup benimseyip, bunu din ve milliyet gibi kavramlarla süsleyerek halkını biz ve öteki olarak ayrıştıranlara, kutuplaşmanın zeminini legalleştirenlere neden sustuk acaba?

Bu acımasızlığa karşı sustuysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke sınırları içinde farklı, ülke sınırları dışında farklı şizofrenik politika izleyen bir cenahın sürekli vurguladığı tehdit algısının aslında gerçek olmadığını bile bile buna inanmak istedik.

Neydik biz o vakit korkak mı yoksa ahlaklı mı?

Hukukun üstünlüğü kavramı ülkemiz siyasetinde iktidarın üstünlüğü olarak algılanırken, birçok dava siyasal olarak görülüp, vicdanlarda derin bir yara bırakırken, insanlar suçsuz yere hapiste çürürken hiç sesimizi çıkarmadıysak söyleyin lütfen korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülkemiz anayasasında var olan, güçler ayrılığı ilkesiyle tescillenen yasama, yürütme ve yargı erkleri iç içe girmiş ve birbirini denetlemekten uzaklaşmış ise ve devlet işleyişi bizzat sorun üreten bir kurum haline gelmişse biz halen mantıken izahı olmayan bir sav olan ”tüm suçlu muhalefet” dediğimizde korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

İktidar yargıyı, kendisinden olmayanları sindirmek ve cezalandırmak için kullanırken, muhalefeti iktidarın denetleyicisi değil de düşmanı olarak isimlendirirken buna göz yumduysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke ciddi bir ekonomik kriz içinde, halk konut ve yol inşaatı gibi döviz getirmeyen ve rant olgusu yüksek olan projeler ile kandırılırken, uluslararası sermaye maalesef ülkemizden kaçmış, enflasyon artmış, cari açık ise giderek büyümüşken ülkeyi bu hale getirenler yerine muhalefeti hedef alıyorsak korkak mı oluyoruz yoksa ahlaklı mı?

Tüm bu yaşadıklarımız şunu gösteriyor ki son yirmi yılda faydalı bir iş yaptığımızda bizi sevindiren; kötü bir şey yaptığımızda da bizi üzen, bizi iyiye, doğruya ve güzele sevk eden, kötülüklerden alıkoyan iç sesimizi kaybetmişiz.

Yapılan kötülükleri görmezden gelerek adeta bizi insan yapan, yanlış yapmaktan koruyan bekçimizi göz ardı etmişiz.

Ve şimdi bunun bedelini de misliyle halk olarak ödemekteyiz.

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır? l Anıl Talat Eryontuk l 7 Şubat 2023

Çocuklar ve Mektep Bahçesi



1945 yılında eğitim ve öğretime açılan ve 1980'li yıllarda yok edilen
Köşektaş Köyü İlkokulu ile Bahçesi
Fotograf: Kuddusi
ŞEN
♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥

Dağdan inen taşına, sütdamında aşına,
Kimseler söndüremez, yandı gönül aşkına...
----------------------------------------
İnce uzun bacası, leyleklerin yuvası,
Eğitmen Yahya Doğan, birinci sınıf hocası...
♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥

ÇOCUKLAR VE MEKTEP BAHÇESİ



Öğrencilik yıllarımdaki okul çoktan yıkılmış, ortaya geniş bir tarla alanı çıkınca, ağaç seven köylü oraya da çam fidanları dikmişti. Bu alanın adı eskiden
beri ‘Mektep Bahçesi’ idi. Mektep Bahçesi’nin ortasına küçük bir çocuk
parkı ile beraber çocuklar için oyun yeri yapılmıştı. Gerçi göç
yüzünden köyde pek öyle çocuk da kalmamış, bu yüzden
mevcut iki okulun ikisi de kapanmıştı.

HÜSEYİN SEYFİ

27 Temmuz 2016, Çarşamba

Çocuklar ve Mektep Bahçesi, Hüseyin SEYFİ

Mevsim yazdan güze dönüp de Eylül ayına girilince havanın rengi değişmiştı. Yayla havası vardı bizim köyde. Yükseklerde rüzgar esintisi hiç durmuyor, sürekli poyrazdan vuruyordu. Poyrazın önü açıktı.

Öğrencilik yıllarımdaki okul çoktan yıkılmış, ortaya geniş bir tarla alanı çıkınca, ağaç seven köylü oraya da çam fidanları dikmişti. Bu alanın adı eskiden beri ‘Mektep Bahçesi’ idi. Mektep Bahçesi’nin ortasına küçük bir çocuk parkı ile beraber çocuklar için oyun yeri yapılmıştı. Gerçi göç yüzünden köyde pek öyle çocuk da kalmamış, bu yüzden mevcut iki okulun ikisi de kapanmıştı.

Eski sözcük kullanma alışkanlığım olmamasına rağmen ‘Mektep Bahçesi’ sözü çok hoşuma gidiyor. Bana hep eski Köy Enstitülerinin, Öğretmen Okullarının uygulama bahçelerini hatırlatıyor. Az çok kendi çocukluğumuzu da yaşadık. Köyümü her ziyaret edişimde Mektep Bahçesi’ne girer eski okul günlerime dönerek sanki öğrencilik yıllarımdan bir iz ararım.

Eylül ayının başı olmasına rağmen o gün hava sıcaktı. Mektep Bahçesi’nde, çocuk oyun yerinde, birkaç çocuk oynuyordu. Bahçenin dışında bulunan salkım söğüt altında hem bahçeyi hem de çocukları seyrederken aklıma bir muziplik geldi;

Tel çıt ile çevrili Mektep Bahçesi’ne usulca girdim. Yavaş yavaş çocuklara doğru ilerledim. Çocuklar, ilk gördükleri benden birazcık tedirgin olmuşlardı. Yaşları dört ile dokuz yaş arası değişiyordu.

‘Merhaba çocuklar!’ dedikten sonra oyuna başladım.

-  Çocuklar paranız var mı da burada oynuyorsunuz ?

-  ‘Ne parası’ der gibi önce yüzüme, sonra da birbirlerine bakıştılar. En

büyük görüneni;

-  ‘Paramız yok, ne yapacaksın?’ dedi.

-  Paranız yoksa burada oynayamazsınız, dedim. Sonra da;

-  Çocuklar, ben bu köye Park Bekçisi olarak geldim, diye kendimi

tanıtmış oldum.

-  Bundan böyle parkta oynamak parayla. Şimdi çıkartın paraları.

Çocuklar hep bir ağızdan,

-  Paramız yok, diye keyifle bağırıştılar. Sanki paralarının olmayışı onlar için bir şanstı. Belki de, o an, ben de gözlerinde bir eşkiya idim.

-  Pekala, paranız yoksa babalarınızın maaşından park parası olarak keserim, dedim.

-  Beş yaşlarında bir çocuk itiraz etti:

-  Ben baabmın maaşından kestirmem. Hem benim babam bu köyüm ımamı, dedi.

Yanına yaklaşarak saçlarından okşadım.

-  Adın ne senin ?

-  Ömer Faruk, dedikten sonra kendinden bir yaş küçük kız çocuğunu göstererek;

-  Bu da benim kardeşim, Eşe Nur, diye devam etti.

-  Pekala, dedim. Sana bir torpil geçelim de babanın maaşından kesilmesin.

Ömer Faruk işi başarıp araya torpil koymasından dolayı kendinden emin bir tavırla mutlu oldu.

Esmer olan çocuğa yaklaştım,

-  Peki sen kimsin? dedim.

-  Velican.

-  Babanın adı ?

-  Hilmi. Ama amca benim babamın maaşı yok ki, diyerek ablasını gösterdi.

-  Biz de kardeşiz.

Ablasını sırtına elimi koyarak,

-  Senin adın ne? diye sordum.

-  Gülşah, dedi.

Gölşah orada bulunanların en büyüğü idi.

-  Ne tatlı bir kızsın, kaç yaşındasın ?

-  Dokuz.

Zayıf, sarışın bir çocuk daha vardı. O da kendiliğinden konuşmaya başladı:

-  Benim babamın maaşı var. Biz İstanbul’da kalıyoruz. Babam İstanbul’da Noter yanında çalışıyor. Babamın adı Avni. Ama sen onu bulamazsın ki, maaşından da kesemezsin.

-  Aman çocuklar, babalarınızın maaşlarından kesmeyelim. Sizlerden de para pul almayalım. Buna karşılık yeni dikilmiş, şu en küçük çam fidanlarını sulayalım. Bakınız hepsi de boyunlarını bükmüş su istiyorlar.

-  Yaşasın diye hepsi birden bağırdı.

Niçin ‘yaşasın’ dediler? Maaş kesimi olmayacağı için mi, yoksa fidan sulanacağı için mi, pek anlayamadım.

-  Gülşah;

-  Nasıl sulayacağız? Diye sordu.

Ben de,

-  Pet şişeleri bulacağız, onlarla şu havuzdan su taşıyarak sulayacağız diye cevap verdim.

Sonunda herkesin gücüne göre büyük ve küçük pet şişeler bulduk. Her birimiz dolu şişelerle birer sefer yaptığımızda küçük çam fidanlarına yetiyordu. Çocuklar, suyu fidanların tepesinden dökmeyi seviyorlardı. Tepeleri ıslanan küçük çam fideleri etrafa mis gibi çam kokusu salıyorlardı. Ben, bu güzel kokuyu ‘teşekkür’ gibi algılıyor, çocuklar gibi seviniyordum; Bu fidanlar büyüyecek, altında bu çocukalr el ele kol kola dolaşacaklar, bazen de piknik yapacaklardı. Gün batacak, ay tepeden vuracak etrafı kahkahaya boğacaklardı. Kirli havasız, dumansız tertemiz mis gibi bir köy havası olacaktı. Çocuklar yaptıkları işin önemini kavramışlar zevk ve iştahla çalışıyorlardı. En küçükleri Eşe Nur elinde küçük bir gazoz şişesi havuza daldırıyor, su büngül büngül doluyordu. Eşe Nur önce keyifle suyu seyrediyor, sonra da koşarak gösterilen fidanın dibine döküyordu.

En gayretlileri de Velican idi. Esmer, çevik, sırım gibi bir yapısı vardı. Yedi sekiz yaşlarında görünüyordu.

Gülşah durmadan sorular soruyordu.

-  Amca senin adın ne? Buraya neden geldin? Ne iş yapıyorsun?

Ömer Faruk biraz mızıkçılık yapıyordu. Biraz sonra da ‘terledim’ diyerek üstündeki gömleği çıkardı. Onu gören Eşe Nur da ‘ben de terledim’ deyip o da üstünü çıkardı. Baktım, herkes soyunacak, orası üstsüzler plajına dönecek (!), yasakladım soyunmayı.

-  Hayır soyunmayın, giyinin, diyerek maaş kesimini ortaya tekrar getirince, giyindiler. Ne saf, ne temizlerdi. Yirmibeş yıl öğretmenlik yapmama rağmen çocuklara hiç doyamamıştım. Onlarda hep saflık, duruluk gördüm. Yaşasın, hep yaşasın çocukluk...

Bilgi - 2000'li yılların başında yerel bir gazetede yayınlanmış ve Hasan YILDIZ tarafından sitemize iletilmiş bir yazıdır. kosektas.net

 

>
Yorumlar - Yorum Yaz
Ahlak Nedir?

AHLAK NEDİR?
Doç. Dr. Şafak Nakajima

İçimizde doğuştan var olan bir sezgi mi, zamanla öğrenilen dini ya da seküler kurallar/yasalar bütünü mü, yoksa toplumun bize yüklediği beklentiler mi?

Çoğumuz yaşamlarımızda olabildiğince “doğru olanı” yapmaya çalışırız. Ama bu doğrular kime göre ve neye göre şekillenir? Bazen yasaya uyan birinin aslında adaletsiz davrandığını hissederiz. Bazen de bir kuralı çiğneyen biri, içimizde vicdani bir karşılık bulur ve yaptığını onaylarız. Çünkü vicdanla yasa her zaman örtüşmez.

Bu noktada “etik” kavramıyla da karşılaşırız. Ahlak, bireyin iç dünyasından beslenen ve çoğu zaman aile, kültür, inanç gibi etkenlerle şekillenen bir değerler sistemidir. Etik ise daha çok sistemli ve evrensel ilkelere dayanan kurallardır. Bu ikisi her zaman örtüşmeyebilir. Yani bir davranış etik açıdan doğru olabilir ama bireyin içsel ahlaki pusulasına uymayabilir ya da tam tersi. Ancak ikisi de insanın karar alma sürecinde yol gösterici olabilir.

Lawrence Kohlberg, ahlaki gelişim kuramıyla tanınan bir bilim insanıdır. Ahlaki kararlarımızı verirken belirli aşamalardan geçtiğimizi savunur. Bu aşamalar, deneyimle, sorgulamayla ve seçimle şekillenir. Her birimiz bu yolculukta farklı bir yerde dururuz. Kimi zaman ahlaki gelişimin erken bir aşamasında takılıp kalabiliriz (bu bilgiyi lütfen aklınızda tutun; çünkü yazının sonunda kendinize soracağınız sorularda işinize yarayabilir).

Konu daha iyi anlaşılabilsin diye örneklerle ilerleyelim:

Bora altı yaşındayken annesiyle gittiği markette gözü bir çikolataya takılır. Annesinin almayacağını bildiği için tam elini uzatıp gizlice alacakken annesinin bakışıyla durur. Onun için çikolatayı çalmak değil, yakalanmak kötüdür. Davranışını belirleyen şey ceza korkusudur.

Zamanla Bora başkalarına yardım etmeyi öğrenir ama yaptığı iyiliğin karşılığını bekler. Sınıf arkadaşına ödev verir çünkü okul çıkışı onun yeni bisikletini denemek ister. Doğru davranış, onun için ne kadar işe yaradığına bağlıdır.

Ergenliğe yaklaştığında Bora için başkalarının gözündeki imajı daha önemli hale gelir. Annesine nazik davranır çünkü onun gözünde “iyi çocuk” olmak ister. Öğretmenlerinin takdirini kazanmak, arkadaşları tarafından sevilmek onun için değerlidir. Kahramanca davranışlar sergileyerek arkadaşlarının gözünde saygınlık kazanmayı hedefler. Ahlaki kararları, başkalarının onayına göre şekillenir.

Bora yetişkin olduğunda toplumun kurallarına daha sıkı bağlanır. Trafikte kimse yokken bile kırmızı ışıkta bekler. Çünkü kuralların, düzenin temeli olduğuna inanır. Yasa artık bir zorunluluk değil, toplumsal yapının dayanağı olur. Bu noktada etik ilkelerle bireysel ahlak arasında yakın bir bağ kurulabilir. Bora için artık sadece “cezadan kaçınmak” değil, toplumsal yararı düşünmek de önemlidir.

Ancak hayat her zaman kurallara göre işlemez. Bora doktor olur. Kliniğinde ölümcül bir hastalığı olan ve yaşam destek ünitesine bağlı yaşlı bir hasta vardır. Hasta konuşamamakta ama ailesi, hastanın daha önce “bu halde yaşamak istemediğini” defalarca dile getirdiğini söyler. Aile, yaşam destek ünitesinden ayrılmasını ve artık acı çekmemesini ister.
Tıbbi etik kurallar, hastanın yazılı onayı olmadan yaşam destek ünitesinin kapatılmasına izin vermez. Mesleki etik, hekimi bu müdahaleden alıkoyar. Ancak ailenin verdiği bilgiler ona inandırıcı gelir. Vicdanı, bu sürecin sonlandırılmasının daha insanca olacağını fısıldar. Bora için artık belirleyici olan sadece yasa ya da meslek ilkeleri değil; merhamet, insan ve hasta hakları gibi evrensel değerlerdir.

Bazı insanlar ahlaken daha da derin bir vicdani noktaya ulaşır. Bora çalıştığı özel hastanede ilaç alımlarında usulsüzlük olduğunu fark eder. Durumu öğrenen çoğu kişi sessiz kalmayı seçer. Kimisi “karışma, başını belaya sokarsın” der. O ise yönetimin tepkisinden, meslektaşlarının dışlamasından ve kariyerinin zarar görmesinden korkmadan harekete geçer. Kurum içi şikâyet mekanizmalarını kullanır, kamuoyunu bilgilendirir. Bu karar ne yasal bir zorunluluktan ne de kişisel kazanç beklentisinden kaynaklanır. İçinden gelen güçlü bir sorumluluk duygusu yön verir ona. Vicdan artık dışarıdan dayatılan bir kontrol değil, içeriden yükselen bir rehber olur. Bora işini kaybeder ama içi rahattır.

Hemen hemen tüm dünyada, insanların ahlaki gelişim sürecinde din önemli rolü oynar. Bora’nın ailesi de dindardır. Küçük yaşta ona çikolata çalmanın günah olduğu öğretilir. Başlangıçta ahlak, Tanrı’nın hoşnut olup olmamasına bağlanır. Bu, davranışı şekillendirir ama henüz içsel sorgulama başlamamıştır. Zamanla birey dini içselleştirirse, ahlaki gelişimle inanç arasında güçlü bir bağ kurabilir. Merhamet, sabır, adalet gibi değerler yalnızca inanç sisteminin değil, insan olmanın da temel taşları haline gelir.
Ancak bir başka gerçek daha vardır. Tarihte sayısız örneği olduğu gibi, dinin adı kullanılarak en büyük vicdansızlıklar da işlenebilir. İnsanlar baskı altına alınabilir, susturulabilir, dışlanabilir, hatta öldürülebilir. Din, sorgulanmadan yaşanırsa vicdanı beslemez, bastırır. Bu da ahlaki düşünceyi saptırabilir, hatta yok edebilir.

Ahlak, gördüğünüz gibi, ödül ve cezayla başlayan, insan bilinçlendikçe vicdani değerlere ulaşan bir yolculuktur.

Peki bizler, gerçekten benimsediğimiz değerlere mi inanıyoruz, yoksa bize ezberletilenleri mi tekrarlıyoruz? Ahlaki kararlarımızı verirken hangi sesi dinliyoruz? Korkularımızı mı, alışkanlıklarımızı mı, yoksa evrensel değerleri savunan vicdanımızı mı?

Bazen gözümüzün önünde bir haksızlık yaşanır. Bazen biri bize güvenerek sessizce yardım ister. Bazen kalabalıklar susarken bir ses olmamız beklenir. O anlarda biz ne yapıyoruz? Sessiz mi kalıyoruz, yoksa iç sesimize mi kulak veriyoruz?

Doç. Dr. Şafak Nakajima